29 Mayıs 2015 Cuma

Likya'nın Özgürlük Yolları

Yürüdüm.

Öylece,
yürüyüverdim.


Sanki yol boyunca şu parça eşlik etti; her manzarada, her antik kent kalıntısında, içtiğim her yudum suda, karşılaştığım tüm Bulut, Kuş, Ağaç ve hatta Kaplumbağalar'da, tanıştığım her bir insanın yüzünde, ve attığım her bir adımda... Her, bir, An'da.

...

Üçüncü haftanın sonunda, Gelidonya Feneri'ne ulaştığımızda kimseler yoktu etrafta. Likya yolunun* en popüler rotalarından birisi olmasına rağmen, sanki o gün özel olarak ayarlanmıştı -tam da hayal ettiğimiz gibi- yapayalnız, ve fakat ikimiz işte: bir o kadar da bütün. Tarifsiz manzaraya karşı durmuştuk, şaşkındık, başarmıştık, yorgunduk, ve âşıktık. Rüzgâr güçlüydü, saçlarımızı dalgalandırıyordu. Güneş batmaktayken varmıştık oraya, hafifçe yanaklarımız ısınıyordu. Etrafımızdaki çam ormanı, Akdeniz, heybetli fener ve müthiş kayalıklar ile biz; dünyadan, dünya dertlerinden, iş'ten, aş'tan, yaklaşan seçimden, açlıktan, savaşlardan, ebeveynlerimizin korkularından, hatta kendi korkularımızdan bile, her şeyden Uzak'ta, ve kendimize, ve birbirimize çok Yakın...

En başından beri Gelidonya'ya varmak istiyorduk. Bunun için 640 km. yolu otostopla, 110 km. yolu da yürüyerek, 9 antik kentin içinden geçip yüzlerce insanla karşılaştık ve 3 hafta, sanki aylarca zaman geçmişçesine yoğundu. 3 haftalık bu hayatı içimizde biriktirmiştik, biz de yoğunduk.

Kadraj eğik, çünkü Gelidonya'ya varınca fotoğrafımızı çekecek kimse yoktu, biz de makineyi Zeytin dalına astık


Sonunda varmıştık işte. Burada şunu düşünmekten kendimi alamıyordum: Kaç yıl oldu ben şu yolu yürüyeceğim diye dilime dolayalı ve neden bu yolu yürüyeceğim diye tutturdum, işte şimdi, Yol bitince, bu gizemi kavrayabiliyordum en sonunda. 

Bu Yol, bir özgürleşme yolu oldu benim için. Sanki ne istersem yapabilirmişim, nereye istersem gidebilirmişim gibi bir his. Sadece ve sadece Yola güvenerek, ve ama boş laf değil; güvenerek, her şey olması gerektiği gibi olur, oluyor da zaten.


Likya yolu haritası


Herhalde dört yıl önceydi, ofisimde -hiç şaşmayan bir düzende ve rutinde- oturup fabrikada üretilen konveyor bantların haftalık üretimini planlamaya çalışıyordum. Ve müdürüm ne zaman odadan çıksa hemen -hiç şaşmayan bir düzende ve rutinde- bir gezi blogunu açıyor, o dönene kadar okuyabildiğim kadarını okuyordum. Kurduğum tek hayal, özgürlüğümü kazanıp, gezebilmekti. Müdürüm beni affetsin...

Likya yolu da o tarihlerde aklıma düşmüş olmalı.

Malum, Likya yolu uzun (ilk açılan yol 509 km., şimdi yeni eklenen rotalarla daha da uzadı), bu kadar yolu yürümek için oldukça uzun bir zaman gerek (tahminim 30 ilâ 45 gün). Fakat öte yanda, beyaz-yakalı hayat acımasız; bana lütfettikleri 14 gün izni kullanıp mı yürüyecektim ben bu yolu? Bunun için mi okudum ben?

Açık söyleyeyim; beyaz-yakalı bir ofis çalışanıyken ne Likya yolunu ne de başka bir yolu, asla yürüyemezdim. Pek tabii, haftalık turlar var, onlarla gidip, haldır huldur yürünür belki, ama bu Yol, bu Yolculuk, böyle gelişi güzel, paldır küldür yürünmeyi hak etmiyor. Kafanızda dönüşe dair bir şey barındırmadan, sadece yürümek için yürümeli; yani özgür, yani romantik. İnanın bana. (Ha bir de Nisanda ya da Eylülde, serin serin).

Aperlai-Kaleüçağız arasında görüp etkilendiğim görkemli Ağaç


Yürümeye başladığımızın üçüncü günü, Kabak Koyu'ndan 3 km. ötedeki Cennet Koyu'na yürüdük. Sahile indiğimizde hiç kimse yoktu. Kocaman kumsal, ve sadece, biz.

Geceyi dalga seslerini dinleyerek, yıldızlara bakarak, yaktığımız Ateş'in başında yemeklerimizi yiyerek, ve de bu kumsalın parasını versek kendimize kapatamayacağımızı bilmenin şaşkınlığı ile geçirdik. En yakın insan kaç kilometre ilerideydi bilmiyorduk bile. İşte Likya yolu bize gösteriyordu: en kıymetli şeyleri, parayla satın alamazsın.

Dahası bu kumsala araçla gelmek mümkün değil, çünkü bir yolu yok. Ama bu kumsala gelmek mümkün, çünkü bir Yol'u var.

Cennet Kumsalı gündoğumunda

Kumsal hiç kimsenindi, ama hepimizindi.
Ormanın sessizliği hiç kimsenindi, ama hepimizindi.
Burada her şey, hepimizindi.

Başta bilmiyorduk ama Likya yoluna bunun için çıkmıştık. İşte Ateş'in çıtırtıları ile Dalgaların sesi... Orada artık Zaman yok. Doğa'dayız. Doğa'yız. Dile gelecek kelimeler yok. İnsanla Doğa arasındaki ayrım yok. Yetişmemiz gereken bir yer yok. Telâş yok. Korku yok. Gerçeği, olması gerekeni, işte tam da o sessizlikte, içimizde bir yerlerden bunu bize fısıldayan cılız sesi işitiyorduk, cılız ışığı görüyorduk. Başta bilmiyorduk ama Likya yoluna bunun için çıkmıştık. Şehrin gürültüsünde duyulamayanı duymaya, şehrin albenili ışıklarında kaybolan şeyi görmeye: Özgürlük.


Bel köyüne varmadan, Kızılcık mevkii: Züriye ve Tuğba dinleniyor, Seda karşıdaki ağacın altında

Dördüncü gün, Dodurga köyüne gelmeden önce, eski bir kentin, Sidyma'nın girişindeydik, artık yürüyüşçüler dışında kimsenin kullanmadığı harap merdivenlerden çıkıyorduk. Antik bir mezarlığın yanından geçip, şehre girerken ölülere saygımızı da sunmuş olduk. İşte orada aklıma geldi; insanın yıllık izin alarak değil, istifa edip hayatını komple bir izne dönüştürmesi gerekiyor. Yoksa orada durup manzarayı sindirmeden, antik kentin havasını solumadan, ve hatta ölülere saygıyı göstermeden geçip gidebilir insan. O halde Ruhu Bohçada Gezen Hülya'nın yaptığı hesabı ben de yapayım: 14 aydır işsizim, yani 14 aydır izin kullanıyorum, yani yılda ortalama 2 hafta izin olsa, kurumsal hayata 30 yıl taktım!

Zaman'a bakış açısı değişmeye başlayınca, Ölüm'e bakış açısı da değişiyor insanın, doğal olarak. Örneğin şu talihsiz fransız bisikletçi için bir arkadaşım pisi pisine öldü dedi. Buna katılmıyorum; hayatını istediği gibi yaşayan kişinin, yaşı kaç olursa olsun, pisi pisine öleceğini düşünmüyorum. İlle de birileri pisi pisine ölecekse; sevmediği bir işe giderken trafik kazası geçiren, şikayetçi olduğu şehrin stresinden ölümcül hastalığa yakalanan, ya da inanmadığı bir kavramı -diyelim bir devleti- savunurken ölen, işte bunlar pisi pisine ölüyor.**

Yolda sık sık antik mezarlıklar gördüğümüz için Ölüm artık Doğa'ldı. Tam da olması gerektiği gibi... Böylelikle yürüyüşümüzün on ikinci gününde Kaleköy'de, yani eski Likya kenti Simena'dayken. Kekova'ya bakan müthiş bir terasta*** uyuduk ve sabah uyandığımızda Likya bana gösteriyordu yine. Ölüm böyle olmalı işte: Yüzen bir Lahit.

Simena'da Ölüm; Yüzen Lahit


Son zamanlarda sık sık duyduğum hoş bir deyiş: Yol açık, yola çık.

Benim için Likya deneyimi bunun en iyi kanıtı oldu. Yola çıkan kişi şunu çok iyi bilmelidir ki; Yolda başınıza neler geleceğini asla planlayamazsınız. Bu, Evrenin, bizim kolay kolay algılayamayacağımız bir işleyişinden kaynaklanıyor (ya da sıkı bir meditasyonla/içe dönüşle anlamak mümkün). Bu işleyiş, türlü tesadüflerle karşınıza çıkıyor. Bu Bazan hiç de beklenmeyen bir yemek daveti, elma yüklü bir kamyonet, köy tereyağında kızarmış keçi peyniri, bir çikolatalı kek, çalıların arasından fırlayan sivri burunlu bir dost, kaybolan ve hayli anısı birikmiş bir gözlüğün geri gelmesi, sahibi ortaya çıkmayan ve güzelce demlenmiş bir çay, bitmekte olan tüpünüzün yenisinin önünüze gelivermesi, bir tutam karabiber, müthiş arkadaşlıklar, şaşırtıcı şelaleler, ya da yoldaki bir yabancının ikramı filtre kahve olarak karşınıza çıkabilir. Bizim de başımıza bunlar ve daha da fazlası geldi, fakat başka gezi bloglarında bunları okumayı sıkıcı bulduğum için detaylara girmeyeceğim. En iyisi Yola çıkıp, onlarca insanla siz tanışın, onlarca tesadüfü siz yaşayın, çünkü Yol açık.

Yola çık, Yol açık!









*Likya yolu, bugün Fethiye ve Antalya arasında kalan bölgede, yani Teke yarımadasında, vakti zamanında yaşayan Likyalıların kullandıkları varsayılan yolların bir kısmı (Sadece Likyalılar kullanmamış, hangi medeniyet gelip geçmişse, hepsi kullanmış). Bunların bir kısmı ise sadece patika, keçi yolu ya da maalesef, asfalt... Sonra bir ingiliz abla çıkıp da bu yolları birleştirmiş, işaretlemiş bundan on beş yıl evvel, iyi ki de yapmış bunu. Tabii bu işi bir başka ülke vatandaşının yaptığına şaşmamak gerek, zira yürüyüşüm boyunca karşılaştığım 186 yürüyüşçünün aşağı yukarı 100-110 kadarı yabancı idi.


**Yine de pisi pisine ölmüyor aslında. Fakat daha acınası değil mi?
O halde peşinen buradan duyurmuş olayım: Eğer otostop çekerken emniyet şeridinde bir araba bana çarparsa, ormanda yürüyüş yaparken bir yılan ya da akrep sokarsa, otostop yaptığım bir adam sadece 20 lira için beni öldürürse, biliniz ki pisi pisine ölmüş olmayacağım. İşsiz (özgür) olduğum ve bunları yapabildiğim için çok mutluyum, dolaysıyla da mutlu öleceğim.


*** Eğer Kaleköy/Simena'ya giderseniz, Teras Paradise'a gidip Fatih abiye selam verin ve terasında oturun. Ve eğer Patara'ya giderseniz, Camel Camping'e uğrayıp orada kalın, Kadir ile sohbet edin.


****Fotoğrafar için dipnot: Dijital makinemi sattığımdan beri analog bir makine kullanmaya başladım, ve bunun hayatımdaki yavaşlamaya doğru dönüşüm yolunda inanılmaz bir katkı yaptığını belirtmeliyim. Bir de bunu Likya yolumda deneyimlemek, her şeyin fotoğrafını çekmemek, ama tam da çekmek istediğim şeyleri çekmek, 3 haftayı sadece 60 fotoğraf ile tamamlamak... Ayrıca bu fotoğraflardan birinin (en üstteki Gelidonya fotoğrafının) fazlasıyla beğenilmesi... Mutluyum :)