25 Ağustos 2014 Pazartesi

Konforlu Bulutlar, Bedelsiz Özgürlükler

Sabahın çok erken saatlerinde, ağır sırt çantamı yüklenmiş -tıpkı bir Kaplumbağa gibi- köy yolunda, çeltik tarlalarının aralarından yürüyorum. 

Ve yürürken şu müzik çalıyor.

Çeltikleri bir bakışta ayırt edebiliyorum artık. Hatta domatesleri, patlıcanları, mısırları ve biraz tereddütle de olsa biberleri tanıyabiliyorum. Bunu biraz gururlanarak söylediğimi itiraf etmeliyim. Şehirden kırsala geçince, en basit bilgiyi bile başarıdan sayıyor insan.

Ormanevi'nden ayrılırken hava Bulutlu ve keyifli. Güneş ufukta, ağır ağır yükseliyor, arada bir kendini gösteriyor ve ısınıyorum, sonra bir Bulutun ardında kayboluyor, serinlik yayılıyor. Temiz havayı içime çekerken "özgürlük" diye düşünüyorum... Kırsal çok 'taze' kokuyor.

Bir kaç yıl önce, kafayı Bulut fotoğrafları çekmeye takmıştım. Hâlâ bu takıntının sebebini tam olarak kestiremiyorum. Muhtemelen Bulutların geçiciliği bana çok çekici gelmiş olmalı. Hayatta da her şeyin sürekli değiştiğine, hiçbir an'ın tekrar etmiyor oluşuna düzenli olarak şaşıyorum zaten... Ya da belki Bulutları bir çok şeye benzetebiliyor olmanın bana hissettirdiği sınırsız Hayal gücünü seviyordum. Bir çeşit sonsuzluk duygusu... Ya da belki, tekdüze yaşamımdan kolayca çıkmamı sağlayan araçlar olarak Bulutları kullanıyordum: Romantik (ya da Hayalci) bir ofis çalışanı olarak, kurtuluşu Bulutlarda görüyordum. Ya da muhtemelen, tüm bu sebeplerin garip bir karışımıydı bana tesir eden. Her ne olursa olsun, genellikle başım yukarıda gezer dururdum işte.

Serin bir kırsal sabahı hissettiğim 'özgürlük' duygusu, 2013 şubatında çektiğim bir Bulut fotoğrafını anımsattı bana. Aşağıda paylaştığım fotoğrafı, o tarihlerde çalıştığım 'kurumsal' iş yerimde çekmiştim ve fotoğrafa şu ismi koymuştum:

"Özgürlük bedava değildir."


























Fotoğraf neden bunu hissettirmişti bilmiyorum. Sanıyorum o zamanlar, özgürlüğün bir bedel ödenerek alınması gerektiğine inanıyordum. Çünkü böyle okumuştum: İnsanlık, tarihi boyunca güvenlik ile özgürlüğü takas etmişti, ve neticede geldiğimiz  (ya da içine doğduğumuz) noktada da, eğer özgürlüğü (yeniden) kazanmak istiyorsak, güvenliğimizden ödünler vermemiz gerekiyordu. Bunu söyleyen bir çok kaynak mevcut. Bunları burada tekrar etmeye lüzum yok. Sadece, güvenlik ile kastedilenin, aynı zamanda konfor anlamına da geldiğini belirtmem iyi olur. Yani günümüzde özgürlüğümüzü kısıtlayan en önemli faktörün konfor düşkünlüğümüz olduğunu söylersem, herhangi bir hata yapmış olmam.

Peki gerçekten böyle mi? Artık bu önermenin doğruluğundan emin değilim.

Bugün bambaşka bir açıdan bakabiliyorum. Birbirine karşıt görünen tüm kavramların, bir bakıma birbirinin aynısı/aynası olduğunu hatırlayarak -nasıl Uzak'lık ve Yakın'lık arasında tuhaf karşıtlıklar ve benzerlikler varsa- özgürlük ve konfor/güvenlik arasında da mutlak bir tezat oluşturmayan, fazlasıyla garip bir ilişki söz konusu.

Mesela, özgürlükteki konforu keşfedip bununla yaşamak mümkün: İstediğin zaman sıcak suyla duş alamamak, bir yerden bir yere istediğin zaman ya da koşullarda gidememek, rahatsız yataklarda yatmak ve hatta sivrisineklere karşı tedbir alamamak oldukça can sıkıcı gibi görünse de, bunların insanda yarattığı özgürlük duygusu, beraberinde ilginç ve farklı bir konfor anlayışını da getirebiliyor. Bulunduğum yerden başka bir yere, hem de para harcamadan gidebilmek, çok konforlu ve güvenli.

Belki tersi de mümkündü(r). Konfora sahip olabilmek, onu genişletebilmek ya da mevcut olanı koruyabilmek adına isteksizce yaptığımız bütün sıkıcı işlerin ardında bir özgürlük vardır, belki. Ben bunu -maalesef- göremedim...

Köy yolunu yürüyüp bitirdim. Bilmem-kaç-şeritli-otobana vardım ve otostop çekmeye başladım. On dakika sonra bir araç durdu. Bandırma'ya iş için giden, otuzlu yaşlarda, saçları kelleşmiş, orta boylu, biraz tıknaz bir adam. Yüzüğüne bakıp evli olduğunu tahmin ettim. "İşiniz ne?" diye sordum. "Üretim planlamacıyım." dedi.

Tebessüm ettim. Müstehzi bir tebessümdü bu. Çünkü, tıknaz beyefendi muhtemelen farkında değildi ama, eski işime bir selam çakmıştım...




Hamiş: Pek yakında Otostop hikâyeleri ve güvenlik üzerine bir şeyler...


20 Ağustos 2014 Çarşamba

Bir Yaz Fırtınası Haiku'su


Yolculuk'a çıkışımın yirmi üçüncü günü, kırsalda değilim.

Bir felaketin ortasındayım.

Yaz günü olmasına rağmen gökyüzünde kasvetli bulutlar toplanmış; durmaksızın çarpışan şimşekler ile her metresinde arabalar ve insanlarla dolu bir iskeledeyim. Yaz ortasındayız ve her yer kış kokuyor. İnsanlar arabalarından çıkmış, tuhaf bakışlarla etrafa bakınıyorlar. Gelip giden ve dolup taşan feribotları izlerken, sıranın ne zaman kendilerine geleceğini düşünüyorlar muhtemelen. Hepsi ya şaşkın, ya öfkeli veya çaresiz. Bana bir bilim kurgu filminin sahnesini hatırlatıyor. Sanki uzaylılar Yalova'ya saldırmışlar ve tek çıkış yolu feribotlarla İstanbul'a geçmekmiş gibi... Bir rûya gibi, fakat gerçek bu. Kaos.

Feribota bindiğimde (Üç saatlik bir gecikme sonrasında elbette) gitmeye çabaladığım konser bitmek üzere, âşık olduğum kadın ise bambaşka bir yerdeydi. Ve ben Marmara Denizi'nin ortasında ne halt ettiğimi anlamaya çalışıyordum.

Boşluğa düştüm...

İstanbul'a girmeye çalışmak -hem de bir pazar günü- tam bir hatırlatmacaydı:
Kırsalda unuttuğum 'gün ve saat' kavramlarını yeninden hatırlattı.
Kırsalda unuttuğum 'plastik domatesleri' yeniden hatırlattı.
Kırsalda unuttuğum 'ışık gürültüsünü' yeniden hatırlattı.
Kırsalda unuttuğum 'pis şehir kokusunu' yeniden hatırlattı.
Kırsalda harcamayı unuttuğum parayı* yeniden hatırlattı.
Ve kırsalda unuttuğum kalabalıklar içindeki yalnızlık duygusunu yeniden hatırlattı.

Kırsala verdiğim bu minik ara, tam da neden kırsala Yolculuk arayışında olduğumu/olmak istediğimi bana yine yeniden hatırlattı**. 


Yolculuk'un ne menem bir şey olduğunu anlamaya başladım sanırım: Planlardan hoşlanmayan, sürprizlerle dolu bir muamma. Kavradığını zannettiğin anda ellerinden kayıp gidiveren, anlaşılmak istemeyen bir garip olgu... Artık tanımlamayı bırakmalıyım. Sanırım.

Plan/program yapmaya alışmış bir şehirli (ve beyaz-yakalı) olarak, Yolculuk'ta beni en çok zorlayan konulardan birisi plansızlık kavramı oldu. Spiritüel arkadaşlarım, inatla ve ısrarla, bana her şeyi 'akışına bırakmayı' tavsiye ede dursun, hiçbir bilgi kolay içselleştirilemiyor.

Plan yapmayı neredeyse bıraktım. Bundan böyle niyetimi ortaya koyup, serbest bırakıyorum.

Bu, tıpkı şişe içine not yazıp, şişeyi denize bırakmak gibi...

...

Kırsala (ve Yol'a) çıktığımdan beri kafamda ufak tefek projeler oluşuyor. Çünkü kırsal (ve Yol), tüketme değil, üretme isteğimi kamçılıyor. Bu isteklerimden bir tanesi Haikular yazabilmekti. İlk Haiku'mu da feribotun ortasında canım yanarken yazdım:

Yaz fırtınası
Ortasında denizin
Yakıyor işte



Hamiş: Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilinmez, ama niyetim eylül ortasında Likya yolunu yürümeye başlamak.



*Üç hafta içinde sadece on beş-yirmi lira civarında bir para harcamıştım. Fakat İstanbul'a gelince, sadece iki gün içerisinde harcadıklarım, hatırlayamayacağım kadar fazla.

**Bazan yanlış anlaşılıyorum. Kimi arkadaşlarım kırsalı, şehre alternatif olarak sunduğumu zannedebiliyor. Böyle bir gayem olmadığını, bunun sadece bir deney/deneme olduğunu hatırlatmam iyi olur. Ortaya bir ikilik çıkarmayı değil, ortada zaten sonsuz bir çeşitlilik olduğunu gösterebilmek istiyorum. Tabii, bunu önce kendime göstermek istiyorum...



1 Ağustos 2014 Cuma

Yıldızlar ve Sivrisineklerle Kırsal

Kırsalda beşinci gün.

Bugün günlerden ne, ayın kaçındayız bilmiyorum. Zaman; uzadı, genişledi ve genleşti.

Geldiğim gün Ormanevi’nde bayram vardı ve ortalık kalabalıktı. Haber vermeden gelerek nezaketsizlik yapmıştım. Evde yer olmayınca da çadırımı, evden birkaç kilometre Uzak’taki meraya kurdum. Şehirden Uzaklaşmayı umarak gelmiştim, ve şimdi merada, köyden de Uzak’ta, ışığı hepten yitirdim. Mera, gece çok karanlık... Gerçekten çok karanlık.

O gece yıldızların nasıl göründüğünü sizlerle paylaşmak için aşağıdaki fotoğrafı çektim.



Merada uzunca bir süre yalnız kaldım.

Yalnız kalınca genelde sıkılırım.

Hele uzun bir süre yalnız kalınca daha çok sıkılırım.

Ben de oturup patlayana kadar sıkıldım.

Uzun bir süre sonra, evet, oldukça uzun bir süre sonra; zaman kavramım yok olmaya başladı ve sıkılmam da geçti. Sanırım bu sıkılma hâli, şehre alışkın biyolojik ritmimin, kırsala uyumlanmasıydı.

“Ne harika bir işe kalkıştım,” diyordum kendime, “aferin bana!” Bir yandan kendime kızıyordum, sanki varacağım sonucu şimdiden kestirebiliyor gibiydim, (macera biter, sisteme keskin bir dönüş yapılır, tükürük afiyetle yalanır) öte yandan, eğer bir şeyi bilmiyorsanız, bilmiyorsunuzdur. Ve denemediğiniz sürece asla öğrenemezsiniz.

Zihnimdeki gelgitlerim, günbatımı boyunca -yani sivrisinekler bana saldırana kadar- devam etti. En son, karşı tepelerdeki ormanlara bakıyordum, rengin nasıl yavaş yavaş değiştiğine… Kendime yüklenmeyi bırakmış, manzaranın tadını çıkarıyordum. “İşte, tam da kalkıştığım bu macera sayesinde burada keyfimce oturabiliyorum” diye düşünüyordum ki, savaş tamtamları ‘vızıldamaya’ başladı.

Yapabileceğim bir şey yoktu. Ortada orantısız güç uygulanan bir savaş vardı. Hatta savaş ne ki, bu bir katliam... Çadıra kaçıp, canımı zor kurtardım (biraz abartmış olabilirim). Ve çadıra girene dek onlarca ısırığa maruz kalmıştım bile. Dahası, gizlice çadırıma girmiş bulunan birkaç sivrisinek ile bir kırkayaktan da haberim yoktu… henüz.

Ben şehirde doğdum, şehirde büyüdüm. Hatta varsıl bir ailenin, üç dört yaşlarından itibaren bilgisayarla oynamaya başlayan, şımarık bir çocuğu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hiç köye gitmediğim gibi, Doğa’da uzun süre de kalmadım. Bir domatesin nasıl olup da topraktan çıktığını aklım havsalam almıyor hâlâ (On dördümden sonra altı yıl süren bir askerlik macerasıyla Doğa’ya biraz karışmışlığım olsa da, tamamen yanlış anla(ş)maların olduğu başka bir hikâyedir bu ve başka zaman anlatılmalı). Kısacası ben kırsala hep Uzak’tım.

Dönelim sivrisineklerle kırkayak meselesine… Uzak Doğu kökenli felsefeler zarar vermemeyi buyuruyordu (mesela Yoga’da uyulması beklenen ilk ahlâki öğreti, ahimsa; ne kendine ne de başka bir canlıya zarar vermemen gerektiğini söyler). Bu nedenle uzun zamandır sivrisinekleri, güveleri, örümcekleri öldürmüyor, karınca kolonilerini görünce yanlışlıkla basmamak için yolumu değiştiriyordum. Bu nedenle çadırıma gizlice giren sivrisinekleri de öldürmedim. Elli yerimden ısırılmıştım, elli beş olsa ne olurdu? Ayrıca sana tokat atana öbür yanağını dönmeni buyurmuyor muydu İsa? Bu nedenle onlara ihtiyaçları kadar kanı fazla vızıldamadan, sessizce alabileceklerini bile söyledim… Bunu sesli bir şekilde dile getirdim, beni anlayacaklarını umarak, gerçekten.

Sabah uyandığımda her yanım şiş, ve hatta bazı şişlikler anormaldi. Henüz kırkayak olduğunu bilmediğim bir şey, üzerimde yürümüş ve yürüdüğü her yerimde de alerjik bir tepki oluşturmuş. Kırkayakla karşılaşmamız da tam o sıralarda oldu. Matımın kenarından hızla sürüklenen bir karaltı görünce önce yılan sandım, ama sonra geceyi birlikte geçirdiğim oda arkadaşımın tam olarak ‘ne’ olduğunu seçebildim ve bu durumu oldukça sakin karşıladım. Altı üstü bir böcek bu. Fakat kendisine zarar vermeden onu dışarıya çıkarabilmem yaklaşık yarım saatimi aldı.

Bu kurtarma (ya da kurtulma?) operasyonu için çabalarken aklımdan sadece “Süleyman’ın yüzüğü” geçiyordu. Derler ki bu yüzüğü takan, hayvanlarla iletişim kurabilirmiş… “Böyle bir yüzüğümün olmaması ne büyük kayıp.”

Onu dışarı çıkarmayı başarınca, kırkayak bana bir teşekkürü bile çok görerek ortadan kayboldu. Canı sağolsundu.

Şimdi, deli gibi, bacaklarımı yırtarcasına kaşıyorum. Yanlış anlaşılmasın, şikâyetçi değilim, sadece kaşınıyorum.

Asıl sorulması gereken soru da şu: Kırsal, böyle naif bir tutumu kaldırabilir mi, yoksa zamanla beni, Doğa’nın bir mücadele olduğuna inanan, sıkı bir herife mi dönüştürür?

Ve cevabı merak etmiyorum.

Ormanevi’nde kırsal deneyimim bir açıdan nahoş başladı diyebilirim. Sakız gibi uzayan Zaman algısına sivrisinekler hiç iyi eşlik etmemişti. Fakat Mine’nin bayram tatilinden dönmesiyle keyfim yerine geldi. Beş gün içerisinde vardığım sonuç, tartışmasız, çok açık ve net: Kırsal, arkadaşlarla güzel, ve vice versa; arkadaşlar, kırsalda güzel.

Muhtemelen bu yüzden Ormanevi, ille de şenlikli yaşam diye tutturmuş olmalı (Ormanevi nedir, ne yapar diyorsanız, buyrun). Topluluk oluşturma konusuyla ilgili söylenecek çok şey var. Uygun bir zamanda uzunca yazmak niyetindeyim.

Beş gün boyunca ne yaptın derseniz, bir akşamüzeri Mine’yle domates tarlasını, diğer gün Else ile (kendisi kolektifin Danimarkalı üyesi) mısırları çapalamaya gittik. Bir gece ekmek yaptık. Bir akşam kurutulmuş baklalar ve kavrulmuş kahve çekirdekleriyle kolye yaptık (Bunları satın alarak Ormanevi'ne ve kırsalda yaşama destek verebilirsiniz). Fırsat buldukça Go oynuyoruz. Bir akşam bel ağrısı çekenlerle Yoga yaptık ve tahmin ettiğimden çok daha olumlu bir geri dönüşü oldu. Arada sırada fotoğraf çekiyorum, ve bunun dışında kalan zamanda (ki şaşılacak derecede fazla zaman kalıyor) düşünüyorum. Aklıma daha önce hiç bu kadar çok fikir ya da proje geldiğini de sanmıyorum. Ayrıca daha az uyuyorum –herhalde temiz havadan.



Kısacası Kırsal yaratıcılığı artırıyor…

(yazının devamını okurken dinleyiniz)

Benim gibi bir şehir çocuğunun güneş gözlüklerini takıp çapa yapmaya gitmesi, eminim civardaki köylü için çok eğlendiricidir. Fakat tam da olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Artık alternatif yaşam arayışları toplu bir şekilde başladı. Etrafımdaki insanlarda gördüğüm şu: Birçok kişi plastik domatesler yemekten, kirli hava solumaktan, içeriği belli olmayan suları içmekten sıkılmış durumda ve herkes kendince çözümler üretmeye başladı.

Benim inancım artarak devam ediyor.

Bana ilham verdiği için sık sık kendime hatırlattığım cümleleri yinelememin zamanı geldi:
  • Başka bir dünya mümkün
  • Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol.
  • Dünyanın duyduğu hikâyeleri değiştirebilirsek, dünyayı da değiştirebiliriz.



Bugün günlerden ne, ayın kaçındayız bilmiyorum. Zaman; uzadı, genişledi ve genleşti. Kaşınıyorum, kaşınıyorum ve kaşınıyorum