1 Ağustos 2014 Cuma

Yıldızlar ve Sivrisineklerle Kırsal

Kırsalda beşinci gün.

Bugün günlerden ne, ayın kaçındayız bilmiyorum. Zaman; uzadı, genişledi ve genleşti.

Geldiğim gün Ormanevi’nde bayram vardı ve ortalık kalabalıktı. Haber vermeden gelerek nezaketsizlik yapmıştım. Evde yer olmayınca da çadırımı, evden birkaç kilometre Uzak’taki meraya kurdum. Şehirden Uzaklaşmayı umarak gelmiştim, ve şimdi merada, köyden de Uzak’ta, ışığı hepten yitirdim. Mera, gece çok karanlık... Gerçekten çok karanlık.

O gece yıldızların nasıl göründüğünü sizlerle paylaşmak için aşağıdaki fotoğrafı çektim.



Merada uzunca bir süre yalnız kaldım.

Yalnız kalınca genelde sıkılırım.

Hele uzun bir süre yalnız kalınca daha çok sıkılırım.

Ben de oturup patlayana kadar sıkıldım.

Uzun bir süre sonra, evet, oldukça uzun bir süre sonra; zaman kavramım yok olmaya başladı ve sıkılmam da geçti. Sanırım bu sıkılma hâli, şehre alışkın biyolojik ritmimin, kırsala uyumlanmasıydı.

“Ne harika bir işe kalkıştım,” diyordum kendime, “aferin bana!” Bir yandan kendime kızıyordum, sanki varacağım sonucu şimdiden kestirebiliyor gibiydim, (macera biter, sisteme keskin bir dönüş yapılır, tükürük afiyetle yalanır) öte yandan, eğer bir şeyi bilmiyorsanız, bilmiyorsunuzdur. Ve denemediğiniz sürece asla öğrenemezsiniz.

Zihnimdeki gelgitlerim, günbatımı boyunca -yani sivrisinekler bana saldırana kadar- devam etti. En son, karşı tepelerdeki ormanlara bakıyordum, rengin nasıl yavaş yavaş değiştiğine… Kendime yüklenmeyi bırakmış, manzaranın tadını çıkarıyordum. “İşte, tam da kalkıştığım bu macera sayesinde burada keyfimce oturabiliyorum” diye düşünüyordum ki, savaş tamtamları ‘vızıldamaya’ başladı.

Yapabileceğim bir şey yoktu. Ortada orantısız güç uygulanan bir savaş vardı. Hatta savaş ne ki, bu bir katliam... Çadıra kaçıp, canımı zor kurtardım (biraz abartmış olabilirim). Ve çadıra girene dek onlarca ısırığa maruz kalmıştım bile. Dahası, gizlice çadırıma girmiş bulunan birkaç sivrisinek ile bir kırkayaktan da haberim yoktu… henüz.

Ben şehirde doğdum, şehirde büyüdüm. Hatta varsıl bir ailenin, üç dört yaşlarından itibaren bilgisayarla oynamaya başlayan, şımarık bir çocuğu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hiç köye gitmediğim gibi, Doğa’da uzun süre de kalmadım. Bir domatesin nasıl olup da topraktan çıktığını aklım havsalam almıyor hâlâ (On dördümden sonra altı yıl süren bir askerlik macerasıyla Doğa’ya biraz karışmışlığım olsa da, tamamen yanlış anla(ş)maların olduğu başka bir hikâyedir bu ve başka zaman anlatılmalı). Kısacası ben kırsala hep Uzak’tım.

Dönelim sivrisineklerle kırkayak meselesine… Uzak Doğu kökenli felsefeler zarar vermemeyi buyuruyordu (mesela Yoga’da uyulması beklenen ilk ahlâki öğreti, ahimsa; ne kendine ne de başka bir canlıya zarar vermemen gerektiğini söyler). Bu nedenle uzun zamandır sivrisinekleri, güveleri, örümcekleri öldürmüyor, karınca kolonilerini görünce yanlışlıkla basmamak için yolumu değiştiriyordum. Bu nedenle çadırıma gizlice giren sivrisinekleri de öldürmedim. Elli yerimden ısırılmıştım, elli beş olsa ne olurdu? Ayrıca sana tokat atana öbür yanağını dönmeni buyurmuyor muydu İsa? Bu nedenle onlara ihtiyaçları kadar kanı fazla vızıldamadan, sessizce alabileceklerini bile söyledim… Bunu sesli bir şekilde dile getirdim, beni anlayacaklarını umarak, gerçekten.

Sabah uyandığımda her yanım şiş, ve hatta bazı şişlikler anormaldi. Henüz kırkayak olduğunu bilmediğim bir şey, üzerimde yürümüş ve yürüdüğü her yerimde de alerjik bir tepki oluşturmuş. Kırkayakla karşılaşmamız da tam o sıralarda oldu. Matımın kenarından hızla sürüklenen bir karaltı görünce önce yılan sandım, ama sonra geceyi birlikte geçirdiğim oda arkadaşımın tam olarak ‘ne’ olduğunu seçebildim ve bu durumu oldukça sakin karşıladım. Altı üstü bir böcek bu. Fakat kendisine zarar vermeden onu dışarıya çıkarabilmem yaklaşık yarım saatimi aldı.

Bu kurtarma (ya da kurtulma?) operasyonu için çabalarken aklımdan sadece “Süleyman’ın yüzüğü” geçiyordu. Derler ki bu yüzüğü takan, hayvanlarla iletişim kurabilirmiş… “Böyle bir yüzüğümün olmaması ne büyük kayıp.”

Onu dışarı çıkarmayı başarınca, kırkayak bana bir teşekkürü bile çok görerek ortadan kayboldu. Canı sağolsundu.

Şimdi, deli gibi, bacaklarımı yırtarcasına kaşıyorum. Yanlış anlaşılmasın, şikâyetçi değilim, sadece kaşınıyorum.

Asıl sorulması gereken soru da şu: Kırsal, böyle naif bir tutumu kaldırabilir mi, yoksa zamanla beni, Doğa’nın bir mücadele olduğuna inanan, sıkı bir herife mi dönüştürür?

Ve cevabı merak etmiyorum.

Ormanevi’nde kırsal deneyimim bir açıdan nahoş başladı diyebilirim. Sakız gibi uzayan Zaman algısına sivrisinekler hiç iyi eşlik etmemişti. Fakat Mine’nin bayram tatilinden dönmesiyle keyfim yerine geldi. Beş gün içerisinde vardığım sonuç, tartışmasız, çok açık ve net: Kırsal, arkadaşlarla güzel, ve vice versa; arkadaşlar, kırsalda güzel.

Muhtemelen bu yüzden Ormanevi, ille de şenlikli yaşam diye tutturmuş olmalı (Ormanevi nedir, ne yapar diyorsanız, buyrun). Topluluk oluşturma konusuyla ilgili söylenecek çok şey var. Uygun bir zamanda uzunca yazmak niyetindeyim.

Beş gün boyunca ne yaptın derseniz, bir akşamüzeri Mine’yle domates tarlasını, diğer gün Else ile (kendisi kolektifin Danimarkalı üyesi) mısırları çapalamaya gittik. Bir gece ekmek yaptık. Bir akşam kurutulmuş baklalar ve kavrulmuş kahve çekirdekleriyle kolye yaptık (Bunları satın alarak Ormanevi'ne ve kırsalda yaşama destek verebilirsiniz). Fırsat buldukça Go oynuyoruz. Bir akşam bel ağrısı çekenlerle Yoga yaptık ve tahmin ettiğimden çok daha olumlu bir geri dönüşü oldu. Arada sırada fotoğraf çekiyorum, ve bunun dışında kalan zamanda (ki şaşılacak derecede fazla zaman kalıyor) düşünüyorum. Aklıma daha önce hiç bu kadar çok fikir ya da proje geldiğini de sanmıyorum. Ayrıca daha az uyuyorum –herhalde temiz havadan.



Kısacası Kırsal yaratıcılığı artırıyor…

(yazının devamını okurken dinleyiniz)

Benim gibi bir şehir çocuğunun güneş gözlüklerini takıp çapa yapmaya gitmesi, eminim civardaki köylü için çok eğlendiricidir. Fakat tam da olması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum. Artık alternatif yaşam arayışları toplu bir şekilde başladı. Etrafımdaki insanlarda gördüğüm şu: Birçok kişi plastik domatesler yemekten, kirli hava solumaktan, içeriği belli olmayan suları içmekten sıkılmış durumda ve herkes kendince çözümler üretmeye başladı.

Benim inancım artarak devam ediyor.

Bana ilham verdiği için sık sık kendime hatırlattığım cümleleri yinelememin zamanı geldi:
  • Başka bir dünya mümkün
  • Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol.
  • Dünyanın duyduğu hikâyeleri değiştirebilirsek, dünyayı da değiştirebiliriz.



Bugün günlerden ne, ayın kaçındayız bilmiyorum. Zaman; uzadı, genişledi ve genleşti. Kaşınıyorum, kaşınıyorum ve kaşınıyorum


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder