30 Nisan 2020 Perşembe

Purposeless Life / Amaçsız Yaşam

"Bir paradoks gibi görünmesine karşın, bir amaca yönelik yaşamak içeriksiz, anlamsızdır. Telaş edip durur ve her şeyi kaçırır. Amaçsız bir yaşam telaş etmez ve hiçbir şeyi kaçırmaz, öyle ki ancak hedefsiz ve telaşsız olduğunda insan algısı tamamen dünyayı deneyimlemeye açılabilir."

Alan Watts


God is Organic


29 Nisan 2020 Çarşamba

Özlem'in Tonları (ya da "A Tribute to the Women I Loved")

1.
Artık oturmuş, kabul edilmiş bir Özlem. Ilık bir renk. Sıcak renkler; sarılar, turuncular ve kırmızılar. Ama en çok turuncular. Ecnebilerin cozy dediğine yakın. Müziği şu albümün tamamı. Sobalı bir ev, ateşin çıtırtıları, sarman bir kedi ve tüm hareketleriyle cool, sanatçı bir kadın; bir arketip olarak Boğa kadını. Seksapelitesi güzelliğinden değil, özgüveninden geliyor. Kaliteli bir şarap. Bu Özlem öyle yerleşmiş, öyle dibe çökmüş ki, artık bu duygu bir müziğe sinebilmiş, bir kapsüle hapsedilmiş ya da bir müzeye kaldırılmış. Geçmişe yönelik bir özlem bu. Arada açıp bakıyor, ilhamlanıyor ve tekrar ziyaret edene dek yerine bırakıyorum.
(B)



2.
Şu ise taze bir Özlem. Geçmişte değil; gelmekte olana duyulan bir Özlem. Heyecanlı. Gün doğumu. Rengi başak ya da altın sarısı. Eylül ayı. Serin. Sabahları güneş ışığının zeytin ağaçlarından sızması gibi. Akşama yakacağınız soba için odun kırmak gibi. Yazdığınız bir mesaja cevap beklerken alık alık ve âşkla telefonun ekranına bakmak gibi. Çok sıcak bir günde eve doğru yürürken -ama henüz varmamışken eve- bir koca bardak soğuk suyu içeceğinizi ve suyun boğazınızdan akarken vereceği serinliği hayal etmek gibi. Bir aksilik olmazsa gerçekleşecek, öngörülebilen bir gelecek. Bir arketip olarak Âşıklar (Lovers). Geleceğe yönelik bir Özlem bu.
(B)



3.
Şu Özlem ise bir dua. Bu da geleceğe yönelik bir Özlem. Fakat aynı zamanda gerçekleşmeyecek bir Özlem bu. Dolayısıyla bu gelecek, belirsiz bir gelecek; muğlak bir gelecek; sade belirsizlik, hatta belki de zamansızlık.  Zamandan zamansızlığa uzanan bir yolculuk. Bir kara deliğe ilerlemek gibi. Olay ufkuna kadar umutlu bir dua.  Küçücük bir koyda Dolunay'ın doğumunu izlemek. Ayaklarınızı -ama sadece ayaklarınızı- denize sokup, gecenin çökmesini beklemek. Mucizelere uzanan heyecanlı bir araba yolculuğu. Rengi koyu yeşil. Tekillik. Sonuçsuzluk. Kaçınılmazlık. Dante'nin Araf'ı. Bir arketip olarak Antik bir kent bu; bir Karya kenti. Sonu yazılmamış -ve yazılmayacak- bir kaplumbağa masalı.
(B)



4.
Şu Özlem ise şimdiki zamanın Özlem'i. Hâlâ kapanmamış bir yaranın sesi. Kapanacağını bilmenize rağmen, yoğun acısının sizi şu ana kilitlediği bir Özlem. Acı şu anda yaşanıyor ama titreşimleri öyle yoğun ki, sizi bir geleceğe bir geçmişe savuruyor. Tıpkı yeni nesil eski bir kitapçı gibi. Dualistik doğasıyla bir İkizler kadını. Vahşi. Hiç anlamasanız bile avangart Fransız filmlerini seyretmek gibi. Sözcüklerin ötesinde ya da berisinde bir yer. Dilsiz ve sessiz. Bilmediğinden değil, bilgeliğinden. Arketipi bir Cadı. Ama seksi bir cadı. Tekinsiz. Bir Ursula. Pembeden başlayıp tüm kırmızı tonlarını içine alan, bordoya, lilaya ve mora, oradan kahverengiye uzanan, her birine tek tek, ton ton isim veren detaylı bir renk skalası. Hem sürekli hem kesikli. Mistik bir bataklık. Asla bıkmayacağınız bir cinsellik. Bir an için erişip sonra yitirdiğiniz bir tılsım. Anlamsız. Amansız. Amasız. Kuma saplanmak gibi (Ve sonra biraz yardımla oradan çıkabilmek gibi). Dante'nin Cehennemi bu. Sıcak İzmir baharında sebepsiz yere vapura binmek gibi. Yoğun aşk acısına batırılmış Özlem. Gül parmaklı şafak tanrıçası Eos. Başka bir tona evrilmeden önce Özlem'in ham hâli.
(C)



5.
Güvene duyulan Özlem bu. Rengi maviden yeşile, tüm turkuaz tonları. Kendinden biriyle karşılaşmak. Uyum. Alttan almak. Alçakgönüllülük. Aşkın sevgi hâli ve Özlem'in güven hâli. Zamanı, geniş zaman. Bir fotoğraf ya da bir tatla geçmişe; bir telefonla şimdiki ve gelecek zamana gidebildiğiniz, kapanmamış, ucu açık, özgür bir Özlem. Özgür, çünkü uysal. Kapanmamış, çünkü barışçıl. Ucu açık, çünkü dostane. Tabiatın sevecen bir uzantısı gibi, emek verilmiş bir Hobbit köyü. Naif. Dante'nin Cennet'i. Aynı dili konuşmanın, hatta aynı dili geliştirmenin bir yöntemi. Arketip olarak Tabiat Ana. Çeşit çeşit hallere bürünüp yine de aynı yere, aynı hâle dönebilmek gibi.  Kusurları sevmek; evlilik ya da teslimiyet gibi. Bir masalın sonu gibi; "...ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar."
(S)



6.
Özlem'in çok küçük bir skalasını kapsayan bir tonu bu. Net. Soluk çivit mavisi. Soğuk; renk olarak soğuk, hava soğuk. Eskişehir'e kış gelirken, hava karardığında yanmaya başlayan sobalarla havanın ağırlaşan ve İç Anadolu'ya has kömürlü kokularını hissetmek. Olmayana özlem. Es geçilene özlem. Zamanda açılmış bir delik; kader denen şeye bir küçük isyan. Tek bir ân'ı işaret eden zaman. Bilmemenin getirdiği naiflikle cehalet arası bir yer. Dirsekleri yamalı kazaklar gibi. Sevişmeden uyumaya çalışmanın yarattığı huzursuzluk gibi. Bu Özlem'in iç sesi "öyle değil de şöyle olsaydı" diyor. Bir çellonun yumuşak ama ağdalı sesi. Bach. Kar yağmasına sadece haftalar var. Nefesini verince kocaman dumanlar çıkıyor soğukta. Arketipi Yaralı Kadın.
(A)



7.
Yağmur yağıyor. Karaköy'den karşıya geçmek için vapur bekliyorum. Bu Özlem'in rengi koyu lacivert, neredeyse siyah. İstiklal'de kar yağarken tarihi tramvay geçiyor, kartpostal gibi. Kış bitmiş, bahar geliyor. Ama hüzün. Sanki hazan. Hiç de kendime uymayan bir yaşamın keşfi; İstanbul. Çukurcuma. Cihangir. Sesinde müzik olan bir kadın. Bir kuş sesi gibi. Bir ayrılığı ilk kez olgunlukla karşılıyorum. Kardan buz tutmuş sokaklarda kaymaya çıkıyoruz. Yas tutmak için üç gün veriyorum kendime; o kadar. Büyük şehir; büyütüyor. İstanbul'a rağmen, o karmaşaya rağmen; ben dinginim. Kadının sesinde müzik var. Duygular tertemiz. Berrak bir yas. Tertemiz hüzün. Yağmur yağarken ağlıyorum, vapurda kimseye görünmeden ağlamak için dip köşeye geçiyorum (Öleceğini bilen kediler gibiyim). Arketipi Kar Küresi. Ve kadının sesinde müzik var.
(B)



8.
Bu Özlem, hayatınızı kurtaran bir tılsım. Bir Hızır. Sadece doğru zamanda doğru yerde olan bir kadın bu. Daha tamamlayamadan tekrar paramparça olmuş bir yapboz. Ve bu şarkı, Özlem'in bu tonu, yeniden gücünü kazanmak gibi. Hayatınızın melodramı, başkasının hayatının melodramı, yaşadığımız tüm melodramlar... Bostanlı sahilinde yapılan sessiz yürüyüşler. Yunuslar. Gece koşuları. Rüzgârı hissetmek. Sükût. Ve bir parfümün kokusu. Parçaları toplamak. Bir yara izini sevmek. Çaresizlikten çare yaratmak. Psikoloji kitaplarına gömülüp grup terapilerine gitmek. Bir doktora tezine saygısızlık. Dedektif filmlerindeki gibi; sanki 30'larda, sanki 40'larda, sanki 50'lerde yaşıyormuşuz gibi; ne güzel bir kadın, kestane rengi saçlar ve upuzun bir pardesü. Rengi beyazla gri arasındaki tüm tonlar. Deniz karaya taşmış, denizin üstünde yürüyoruz. Karşıyaka'dan karşı yakaya bakıyoruz. Bir Hızır. Bir çıkış. Bir film sahnesi. Özlem'in bu tonu, bu spesifik tonu, saygıyla ve minnetle anmaya değer tonu. Arketipi Uzanan El.
(Y)



9.
Şunu da bonus olarak bırakıyorum. Hiç çıkılmayan yolların arkadaşı. Rengi şeffaf. Su gibi. Sırt çantalarını doldurup fotoğraf makinelerini hazırlamak gibi. Alıp-başını-gitmeli gezgin filmleri. Güneş gözlükleri. Egzotik şehirler. Eğer bir insan şehla ise, hiç düşünmeden güvenirim ona. Zamanı tuhaf. Zamanı erimiş. Rüya gibi. Bazı şeyler olmuş, bazı şeyler ise olmamış, hepsi birbirine girmiş. Arketipi Yol Arkadaşı.
(D)

26 Nisan 2020 Pazar

Rüyalar - XIII

(26 Nisan 2020 - Eskişehir)


(Dün gece Tilki Kadın masalını çevirip sonra uyudum. Bu sabah aynı temayı başka şekilde anlattığını düşündüğüm manyakça bir rüyadan uyandım. Böyle rüyalar görmeyi ve sonra hatırladığım detayları hemen başucumdaki deftere yazmayı çok seviyorum. Rüyalarımı sevmek kendimi de sevmenin bir yolu oldu nicedir. Neyse.)


Esas karakter bir çizgi film karakteri gibi, sanki benim temsilim ama ben değilim. Bana benzeyen bir genç bu. Ben ise dışarıdan onun yaptıklarını izliyorum. Eski bir zamanda geçiyor. Kahramanın ailesi bir hanın sahibi. Bu genç, bir gün işlek bir caddenin üzerinde bir duvara bir şey yapıyor. Sanal bir oyun. Bir çeşit bilgisayar oyunu gibi, gerçekliği değiştiren, içine girip oynayabildiğiniz bir şey. Dijital değil, bunu sanki elementleri bükerek yapıyor; havadan ve sudan. Sürekli bu yarattığı ve içine girdiği sanal oyunu oynamaya başlıyor. Başka insanlar da geliyor oynamaya, sisteme her giren kişiyle dövüşüyor, onları alt ediyor ve oyundan atıyor (Bir zamanların ünlü atari dövüş oyunları gibi). Bu sanal gerçeklikte giderek daha çok güçleniyor ve ünleniyor.

Bir gün bir Tanrı giriyor oyuna. Ününü duyup gelmiş, belki kibrini cezalandırmak istiyor. Belki sadece oyun oynamak için. Dişi bir Tanrıymış bu; bir Tanrıça. Mavi renkli genç bir Tanrıça. Neredeyse çocuk gibi. Kahramanımız onun Tanrıça olduğunu fark etmiyor, tüm gücüyle saldırıyor ona, kendi kurduğu oyunun dünyası gereği. Ve zorlu, ve çekişmeli bir dövüşün sonunda Tanrıça'yı öldürüyor. Sanal bir dünya olmasına rağmen Tanrıça gerçekten ölüyor. Yaptığı şeyi ancak daha sonra fark ediyor kahraman. Ve pişmanlıkla çıkıyor dışarı. Ailesinin yanına gidiyor. "Buralardan gitmem gerek." diyor. "Bir Tanrı'yı öldürdüm." Dört ciltlik bir kitap alıyor yanına, bunları yolda satıp o parayla geçinebilirim diyor. Birinci cilt hariç hepsi evde de varmış bu kitapların. (Bu eksikliği ben fark ediyorum izleyici olarak). Şimdi başka tanrılar ve ifritler peşine düşecek. Sürekli kaçması ve saklanması gerekecek. Göçebe ve zorlu bir hayat onu bekliyor.

Saçlarını ve sakallarını kesiyor. Bunu tanınmamak için mi yoksa pişmanlığının geleneksel bir ifadesi olarak mı yapıyor bilmiyorum. Belki ikisi de... Yüzünde hiçbir saç ya da kıl kalmıyor. Şimdi yüzü biraz da bana benziyor sanki. Dışarı çıkıp yürürken bir şelalenin yanından geçiyor, şelale yarılıp açılıyor iki tane İfrit Tanrı çekip alıyor onu, ben de yanında gidiyorum. Kahraman gözlerini bağlamak istiyor. Gittiği yere saygısından. Bir kuşakla gözlerini bağlıyor. Ben izlemeye devam ediyorum. Yanımızdakiler korkutucu ama merhametli İfritler. "Nasıl böyle bir şey yaptın, nasıl kıydın Tanrıçamıza?" diye soruyorlar. Üzgünler. Koyu karanlıklardan ve akan şelale sularının arasından geçiyoruz. "Bu yaptığının sonucuna katlanacaksın." Kahraman da ben de korkuyoruz. Yeraltının Tanrısı gibi görünen daha irice yine Mavi renkli bir Tanrı bir masada oturuyor. Bir ofis masası gibi, etrafında akmakta olan şelale sularını izliyor. Sanki buradan dünyada olan biteni görüyor gibi. Yanında bir Tanrı daha var yeşilimsi. ikisi de erkek.

Mavi olan, ölmüş olan Tanrıça'yı ne çok sevdiğini söylüyor. Sanırım bir akrabasıydı. Bu ölümü hak etmediğini söylüyor. Yine de merhametli. Sanki cezası ölüm olabilecek bu suçu affetmiş, ya da hafifletmiş gibi; yine de ağır bir ceza vermesi gerekiyor. Çünkü Tanrıların yasaları böyle. "Sürekli olarak kaçmaya, kovalanmaya devam edeceksin. Ölüm ensende olacak. Ta ki bir ülkeden tamamen kovuluncaya dek."

Bir ışık, bir çözüm yolu sunuldu. Rahatlıyorum. Bizi getiren İfrit muhafızlar şimdi çıkışa doğru götürüyorlar kahramanı. Şelaleden çıkıyoruz. Aklımdan ülkeleri geçiriyorum. Hangi ülkeye gidip de oradan kovulmalı acaba? Önce Japonya geliyor aklıma sonra Libya...

Baş ağrısı ile uyandım.


Avcı ve Tilki Kadın Masalı

Bir zamanlar yalnız yaşayan bir avcı varmış. Bir akşam üzeri karlar aşıp kulübesine dönerken, kulübesinin bacasının tüttüğünü görmüş. İçeri girmiş ve şöminede ateşin yandığını, sıcak bir yemeğin masada durduğunu ve eski püskü kıyafetlerinin de yıkanıp temiz bir şekilde katlandığını görmüş. Fakat içeride kimse yokmuş. 

Ertesi gün aynı yollardan geçerek, bu kez daha erken dönmüş avdan. Tıpkı umduğu gibi yine bacada duman görmüş ve kulübeye yaklaşırken pişmekte olan yemeğin kokusunu almış. Kapıyı usulca açmış ve askıdan sarkan bir tilki postu ile uzun kızıl saçlı, yemyeşil gözlü bir kadın görmüş. O sırada kadın ocaktaki yahniye kekik ekliyormuş. Avcıların bilebileceği bir şekilde bu kadının Ötedünya'dan çıkıp gelen ve rüya görmekte olan tilki-kadın olduğunu hemen anlamış. "Bu evin hanımı olacağım." demiş kadın ona.

Avcının hayatı değişmiş. Kulübede kahkahalar duyuluyor, yaşamın gündelik işlerini birlikte sırtlanıyor ve ılık karanlık gecelerde sevişirlerken sanki kulübenin sınırları ormanın engin yeşilliğine ve yıldızlara karışıp eriyormuş. 

Zaman geçtikçe post, vahşi ve keskin kokusunu dışarı yaymaya başlamış. Küçük bir bedel diye düşünebilirsiniz, ama avcı söylenmeye başlamış. Yastığı, kıyafetleri hatta kendi kokusu bile değişmiş, posttan gelen koku her yere sinmiş. Avcının şikayetleri günbegün artmış, ta ki bir gün kadının gözleri parlayıp da başını sadece bir defa sallayana dek. Sabah olduğunda kadın da, post da, koku da gitmiş. Anlatılan o ki, avcı o günden beri kulübesinin önünde oturup karlara bakıyor ve tilki-kadının hasretini çekiyormuş.




(Masalın İngilizce'sine şu makalede rasladım; paylaştığı için Filiz Telek'e teşekkürler.
Şu da Martin Shaw'un ağzından dinlemek isteyenlere bonus.)

25 Nisan 2020 Cumartesi

A Place to Sit / Oturacak Bir Yer

(The Ongo Book: Everyday Nonviolence kitabının çevirisini yaparken karşılaştığım alıntı. Türkçe'ye çevirmeye çalıştım, görselin alt tarafında)

“Don’t go outside your house to see the flowers.
My friend, don’t bother with that excursion.
Inside your body there are flowers.
One flower has a thousand petals.
That will do for a place to sit.
Sitting there you will have a glimpse of beauty
inside the body and out of it,
before gardens and after gardens.”

- Kabir
(translated by Robert Bly)

Görsel: https://www.learnreligions.com/guru-sant-kabir-1770345


“Çiçekleri görmeye evden çıkma dışarı.
Yeltenme dostum, bu gezintiye.
Bedeninin içi zaten çiçeklerle dolu.
Oturmaya yer ararsan,
Her bir çiçeğin bin yaprağı var.
Bir an için göreceksin güzelliği, oraya oturunca
Boşluğun içinde ve boşluğun dışında,
Bahçelerin önünde ve bahçelerin ardında.

- Kabir


Osho'dan da bir alıntı ekleyeyim:

"Gerçek dua iki bölümde oluşur: Birincisi sessiz olmak, Tanrı’nın müziğini dinlemek; ikincisi bir minnettarlık. Gerçek dua hiçbir şey talep etmez, hiçbir şey istemez, isteyemez, hiçbir şey arzu etmez. Gerçek dua arzusuz bir sessizliktir. O müzik duyulduktan sonra, söylenecek ne kalır? Bir minnettarlığın, bir memnuniyetin ifade edilmesi gerekir.

Kendini yavaş yavaş sessiz bir dinleme haline getir; o zaman ona bir şey söyleyebileceksin."

Şu blog'tan aldım.

23 Nisan 2020 Perşembe

Yeraltı Dünyasına Yolculuk: Salgın Süresince Mitler Bize Ne Öğretebilir?


Yeraltı Dünyasına Yolculuk: Salgın Süresince Mitler Bize Ne Öğretebilir?

Zak Stein, Stephen Jenkinson ve Charlotte Du Cann ile Söyleşiler


(Makalenin İngilizce orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...)



Bizi güneşin ve toprağın ötesine çeken şey nedir? Köklerimiz, bizi dünyaya bağlayan o görünmeyen yerlerin ne kadar derinine ulaşıyor? Bildiğimiz gerçeklik sona erip de yeni bir dünyaya daldığımızda böyle sorular ortaya çıkar. Bu yeni dünya, trajediden acı çekerken aynı zamanda yeni bir potansiyele gebe; hem tanıdık geliyor hem de yabancı.

Geçtiğimiz ay Rebel Wisdom, salgını anlamlandırabilecek en parlak akılların bazılarını konuk etmişti. Birçoğu sistem teorisyeni olan bu insanlar, bu krizin neden Covid-19'un çok ötesine uzandığına ve sonrasında olabileceklere dair çok değerli görüşler sundular. Ben de arkadaşlarım, aktivistler ve sanatçılarla hem kişisel WhatsApp sohbetlerimde hem de sayısız Zoom görüşmelerinde, yaşadığımız günlerin ikilemi hakkında konuştum. Bir yandan ıstırabın bitmesine dair arzumuz ortak ama aynı zamanda yeni bir şeyin inanılmaz potansiyelini de hissediyoruz.

Antik Yunan'da zaman için iki kelime vardı; Chronos ve Kairos. Birincisi, 'kronolojik' kelimesini elde ettiğimiz doğrusal zaman anlamına gelir. Kairos ise farklıdır; dikkat kesildiğinizde görebileceğiniz, yeni bir başlangıcın görünüp kavranabileceği ani ve değişken bir zamanı ifade eder. Şu an bulunduğumuz yer bu. Kendisini geleceğe yönelen uğraşlarıyla tanımlayan kültürümüz, yeraltı dünyasının zamansızlığına tıkılıp kaldı; burası öyle bir yer ki hortlaklar ve seyyahlarla dolu; bir yanda sonsuz olasılıklar ve diğer tarafta güçlü bir tehlike barınıyor. Bu salgın bizi kahramanca bir maceraya çağırmadı; aksine bizi sessizliğe, karanlığa ve alçakgönüllülüğe inmeye zorladı.

Yeraltı dünyasının lafı açıldığında aslında mitopoetiğin (mitlerin yaratılmasının) dilini konuşmaya başlıyoruz. Böyle zamanlarda çok önemli olduğuna inandığım, çok eski ve çok önemli bir bilme biçimine yaslanıyoruz. Bu yeraltı dünyasında yolumuzu nasıl bulabileceğimizi keşfetmek için, eşik ile yüz yüze gelmenin ne demek olduğuna kendini adamış üç kişiyle konuştum. Yazar, fütürist ve eğitim reformcusu olan Dr. Zak Stein, ölüm ve ölmeye dair kültürel bir aktivist, yazar ve öğretmen olan Stephen Jenkinson ve gazeteci, öykücü ve bir edebiyat kolektifi olan Dark Mountain Project’te (Karanlık Dağ Projesi’nde) editör olan CharlotteDu Cann.



Yanında Öleceğimiz Mitler

Psikoloji bilimi, bilinçdışı bir zihnimiz olduğu fikrinden doğmuştu ve sinirbilimciler henüz yakın zamanda yaşamsal süreçlerimizin büyük kısmının bilinçli farkındalığımızın dışında gerçekleştiğini ortaya koydu. Bilinçdışının doğası, tabiatı gereği gizemli bir yer. Bugüne dek yaşamış insanlardan bu bölgeyi en derinden keşfeden kişi Carl Jung. İnsanlığa ait tüm bilişlerin kodlanıp saklandığı, karmaşık bir semboller ve arketipler dünyasının haritasını ayrıntılarıyla ortaya koydu. Bu alan bizlerden önce yaşamış ve kolektif olarak deneyimlerini paylaşmış olan tüm insanların bilişlerini içeriyor.

Kemiklerimize o kadar derinlemesine gömülmüş ki, hiç kimseyle temasları olmayan kültürlerin anlattığı mitlerde ve hikâyelerde bile ortaya çıkıyorlar. Mitlerde bulunan ortaklıkları inceleyenler, özellikle Joseph Campbell ve Christopher Booker, Jung'un tek bir monomit şablonu olduğuna dair içgörülerinden yararlanıyorlar ve bu monomitin dünyadaki neredeyse her hikâyede tezahür eden, yeniden ve yeniden anlatılan tek bir mit olduğunu ileri sürüyorlar. Bu noktada bir mit ile bir hikâyenin farkını belirtmek önemli. Bunun için ilk defa Andreas Kornevall’dan duyduğum tanımı kullanacağım: bir hikâyenin belirli bir yazarı vardır ancak mitin yoktur. Birçok kültürde mitler toprağın kendisinden gelir. Tek bir insan değil, ondan çok daha büyük bir şey tarafından dile dökülürler. Bu mitler bize dünyayla olan ilişkimizi, insan olmak için yaptığımız yolculuğu ve sonunda insan olduğumuzda rolümüzün ne olması gerektiğini anlatırlar.

Palyatif bakım hizmetinde çalışırken ölmekte olan binlerce insanla oturduktan ve ölüm konusu ile ölme sürecine karşı tutumumuzu değiştirme hakkında birkaç kitap yazdıktan sonra Stephen Jenkinson, insan olmanın ne demek olduğunu derinlemesine araştırmaya devam ediyor. Daha önce şunları söylemişti: “İnsanlar doğmaz, yapılırlar. Kültür diye isimlendirmeye layık olan her kültür mutlaka insan yapımı ile hemhal olmuştur. Ama zaman zaman nasıl insan olunacağını unutmak da insan olmanın doğasındadır.”

Mitler, bu ‘insan yapımının’ temel bir parçasıdır; varlığımızı uygun bağlama yerleştirir ve bize psikolojik bir tutarlılık verir. Jenkinson'ın belirttiği gibi, mesele zengin mitlere sahip gelenekleri olan yerli kültürlerin daha iyi halklar olması ya da bizde olmayan gizli bir bilgeliğe sahip olmaları değil; onlar da herkes gibi zorluklarla mücadele ederek acılar çekiyorlar. Bununla beraber, çoğu zaman, onlara insan olmanın ne anlama geldiğini hatırlatan, açık bir mitopoetik yapı tarafından desteklenen, tutarlı bir gerçeklik görüşüne başvurabiliyorlar. Kültürümüz parçalarına ayrılıyorken şimdi kendi köklerimize baksak, aynı tutarlılığı bize verebilecek kadar derine inen kökler bulabilir miyiz?

Ben bulabileceğimize inanmıyorum. Ancak psişelerimize derinden kodlandığı için, şu an yaşadığımız geçiş bölgesinde nasıl insan olacağımıza dair talimatları psişemizde bulabiliriz. Onları bulmak için kendi köklerimize derinlemesine nasıl ulaşacağımızı ve ruhlarımızdaki hikâyelerle ne yapacağımızı bilmemiz gerekiyor. Mitopoetiğin dilini konuşmayı öğrenmeliyiz; bu, sembollerden ve niyetten oluşan grameri; arketipler, sezgi ve malum olmayı; rüyalar, gizemler ve ebediyetten bu yana dış yüzeyin altında vuku bulan büyük dramaları kapsıyor.



Eşiğin Dili

Ve insanlar olarak her zaman, dünya tepetaklak olduğunda ve kendimizi bizimkinden oldukça farklı yeni bir dünyada bulduğumuzda neler olacağına dair hikâyeler anlattık. Gnostik bir mit olan Sophia’dan tutun Stranger Things dizisine ya da Matrix filmine dek bu yeniden ve yeniden ortaya koyuldu. Bu konuya ilişkin daha önce ayrıntılı olarak yazmıştım.

Mitlerimizin ve hikâyelerimizin ortak noktası şu; her biri kendi içsel büyüme yolculuklarımızın dışsal bir ifadesi. Kahramanlarımız olağan bir durumla başlar ve sonra bir Macera Çağrısı alırlar; bir sihirbaz, prenses veya bir Jedi olduklarını öğrenirler. İleride sınanıp dönüşüme uğrayacakları bilinmeyen bir dünyaya doğru ilk eşiği geçerler.

Burada bir duralım, çünkü tam şu anda olduğumuz yer eşiğin bu geçilme aşaması. Eşik (threshold) kelimesinin Latincesi aynı zamanda “liminal (sınır/eşik)” kelimesinin de geldiği “limen”dir. Threshold kelimesi zaten kendi anlamını taşıyor; eski İngilizce’de evlerin kapı boşluğunu ifade ediyordu. Yani kelimenin tam anlamıyla evlerimize doğru kapı boşluğuna (threshold) adım attık, böylece bize hem tanıdık gelen hem de tamamen biçim değiştirmiş bir eşik (liminal) alanına adım atmış olduk.

Zak Stein, felsefe, eğitim reformu ve gelişim psikolojisi merceğinden ele alarak bu “dünyalar arasındaki boşluk” kavramını kapsamlı bir şekilde yazmıştı. Kısa süre önce Emerge’de, "Covid-19:Cennette Bir Savaş Çıktı" başlıklı bir makale yazdı; bu makalede şu an kendimizi içinde bulduğumuz mitopoetik manzarayı irdeliyor. Eşikte (liminal bir alanda) olmanın ne anlama geldiğini ona sordum:

“Yönümüzü yitirmemize ve korkmamıza sebep olan ilk şey… Yönümüzü yitirmek ve korku, bildiğimiz tek dünya ortadan kalktığı ve yerine henüz bir diğeri yerleşmediğinde ortaya çıkıyor. Buradaki deneyim, bir yandan sizi yüzeysel şeylere kıyasla daha derin köklerle hayata bağlayacak bir arayış, diğer yandan da yelkenleri fora edip açılma özgürlüğü sunuyor. Hem yönünüzü yitirme duygusu, hem de kavrama, isteme ya da hayal etme itkisi.”

Bu yönünü kaybetme hali, birçok kahramanın ilk eşiği geçtiğinde karşılaştığı şeylerden biridir. Yine de engelleri aşmaya, düşmanlarını yenmek için onlarla karşılaşmaya ve büyük sıkıntılarla yüzleşmeye devam ediyorlar ya da ejderhayı öldürüyorlar ve sonuçta halklarına altınla geri dönüyorlar. Aslında kahramanın bu yolculuğunu kendime model alarak ona bağlıyım; inzivalarımı ona göre şekillendiriyorum, hatta bir yazar olarak hikâye yapısını ve olayları da onun rehberliğinde kurguluyorum. Fakat içinde bulunduğumuz bu eşik (liminal) alanın farkına vardıkça, bu bağlılığımla ilgili de bir o kadar huzursuz hissediyorum. Gerçekten de şu anda bir maceraya mı çağırılıyoruz? Kaderimizi kontrol altında tutmaya devam edelim diye, mücadele etmeye, kazanmaya, başarmaya mı çağrılıyoruz? Yıllardır doğayı, birbirimizi ve kendi arzularımızı aşmaya çalıştık, çabaladık, bunun için mücadele ettik; bizi şu anda karşı karşıya kaldığımız kavşağa getiren de bu olabilir.

Şu anda, çaba göstereceğimiz şey ne? Şu anda, ne tür bir dünyanın doğmak istediğini acaba biliyor muyum? İleri yönde hareket ve eylem arzum, kendi kültürel koşullamamın ve kişiliğimin bir sonucu olabilir. Belki de büyüyüp bundan sıyrılmanın zamanı gelmiştir. Stephen Jenkinson'ın konuşmamızda ifade ettiği gibi:

“Şimdi durmaya zorlandınız. Şimdiye dek durmuş olmayı seçebilirdiniz. Belki de gelecekte bizi, olur da hatırlanırsak, utanç, aşağılanma ve mahcubiyet ile hatırlamazlar. Onun yerine bizi gönüllü olarak akıllarını başlarına alamayan ve bu nedenle akıllarını başlarına almaya gönülsüz şekilde zorlanmış bir neslin insanları olarak hatırlarlar. Yok olmak yerine, yenilmeye razı olan insanlar olarak hatırlarlar. İrademizin kendi sınırlarını tanımasıyla irademizin gücünün nasıl da yenildiğine bir bakın.”

Bu bizim aşina olduğumuzdan çok farklı bir inisiyasyon türü. Charlotte Du Cann, mitler konusunda bir uzman olarak yıllardır modern kültürle mitlerin nasıl ilişkili olduğunu araştırıyor. Konuştuğumuzda, kahramanın yolculuğunun (hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olmasına rağmen) sadece eril bir yönünü gösterdiği için eleştirilebileceğini belirtti. Ayrıca içinden geçebileceğimiz bir tür dişil inisiyasyon da vardır. Bazı açılardan, bu eril yolculuğun tam tersi gibidir; bir prenses olarak başladığınız, tevazuyla bir alt sınıfa doğru indiğiniz ve aynı zamanda sizi çok daha yüce bir şeye dönüştüren bir yolculuktur.

“Okuduğum tüm dişil mitlerde ve peri hikâyelerinde klasik anlatı şöyledir; Külkedisi gibi ters yüz olur ve ışıltılı elbisenizi kaybedersiniz. Sarayda başlarsınız ve sonra mutfakta ateşin başında ve küllerin dibinde farelerle ve diğer mutfak yaratıkları ile beraber oturarak son bulursunuz. Ya da ormana gidersiniz -Rus masallarında olduğu gibi- ve orada Baba Yaga ile karşılaşırsınız. Baba Yaga, tıpkı Venüs gibi, zor görevler verir. Bunlar zor görevlerdir çünkü gezegende düzgün yaşamak için çetin ve becerikli olmanız gerektiğini bilirler. Size öğrettikleri şey, gezegende bir prenses olamayacağınızdır. Güzel olabilirsiniz, ama prenses olamazsınız. Aşağı inmeniz gerekir.”

Aşağı inmek demek, Latincesi “humus” olan “dünya” ya da “yer” ile ilişkimize dönmek demektir. Alçakgönüllülük (humility) kelimesi de bu kökten türemektedir, hatta nihayetinde insan (human) kelimesi de…



Eşiği Geçmek

“Birkaç yaşam değerinde olan çok yoğun bir yolculuktayız. Çok yoğun. Bu noktada bir haritamız olmadığı gibi nereye gittiğimizi de bilmiyoruz. İncil mitinden bir alıntı yapacak olursak; vahşi doğada hep beraber başıboş dolaşıyoruz gibi görünüyor. Ve ne zaman vahşi doğada olsak, tapınağımız da yanımızda gelir. Bu tapınak mekansal değil, zamansaldır. Demek istediğim, birlikte olduğumuzda, durum ne kadar kötü olursa olsun, bu tapınakları zamanda yaratmayı ve insanların şu ana kadar bunu her zaman başardıklarını hatırlayabiliriz.” – Zak Stein

Vahşi doğada bu şekilde dolaşmak için alçakgönüllülük gerekir. Ve bu yadsınamaz derecede zorlayıcıdır. Bilineni terk ettiğimize göre, kendimizi psişelerimizde şimdiye dek bastırılmış güçlü kuvvetlere açıyoruz.

Stein şöyle açıklıyor; “Psişeyi dolduran farklı türdeki sesler ve arketipler arasında bir savaş var... Ve kendi hayal gücünüzde gerçek dünyanın cenneti ya da cehennemi andıran olasılıklarını görmeye başlıyorsunuz. Şu anda gördüğümüz şey bu. Herkesin hayal gücü olabilecek en kötü senaryoya, hani sadece filmlerde görebileceğinizi sandığınız korkunç şeylere kayıyor. Şimdi bunlar birden bire gerçek deneyiminize taştı. Ekranda izlediğiniz ve bir mit olma anlamında efsanevi görünen şeyler artık gözünüzün önünde oynuyor. Yani gökyüzü (cennet) ve yeryüzü (dünya) birbirine girdi.”

Eşiğin, yeraltının ve mitlerdeki öteki dünya tasvirlerinin temel niteliği budur. Burası birçok kuvvetin buluştuğu bir kavşaktır. Ve tüm kavşaklarda olduğu gibi o da tehlikeli olanla beslenir. Stein şöyle devam ediyor:

“[Bazı] insanlar, diğer yandan, radikal bir pozitiflik ile bunun içinden çıkma olasılığı görüyor; hemen şu anda trajedi ve acıya tepki olarak bir ütopyayı oluşturalım. Cennet gibi bir ekonomik sistem kurma fantezisi bu. Bu fantezide kapitalist dünya sistemini bir düğmeye basıp durdurabiliyoruz ve herkesi bir anda durduruyoruz… iyi de bir dakika. Zaten bu oldu. Yani, yine gökyüzü ve yeryüzü birbirine girmiş oldu. Ortada seçimleri yapan, seçiyormuş gibi hisseden, sersemlemiş akıl almaz hayali bir iktidar var. Şimdi kötü karaktere mi dönüşeceksin, yoksa bir kahramana mı dönüşeceksin?”

Eşikteyken kahraman olmak ne anlama gelir? Herhalde muntazam bir dünyada kahraman denince akla gelen şey değil. Belki şu tersyüz etme durumu burada geçerlidir. Yani yeraltı dünyasında hayatta kalacaksak eski kültürümüzün birbirine karşıt niteliklerini aynı anda somutlaştırmamız gerekir. Kontrolcülüğümüz üzerinde alçakgönüllülük gibi. Mücadele ve çabalarımız üzerinde kabul ve teslimiyet gibi. Bu pasif olalım demek değil, hareket etme şeklimizi değiştirmek anlamına gelir. Ve buna yardımcı olsun diye her birimizin yaşamındaki nihai değişim noktasından, nihai tersyüz oluşumuzdan kendimize biraz bilgelik çıkarabiliriz.



Ölüm ve Sonlar

“İnsan yapmanın kabı ölümdür. Üç kuruşluk kültürler bile bunu bilir. Başarı değil, büyüme değil, mutluluk değil. Ölüm. Yaşam sevginizin beşiğidir bu; yaşam sona erer.” – Stephen Jenkinson

Kültürümüzde temel bir şey sona erdi. Tam olarak bunun ne olduğunun üstüne basamıyorum. Eşikteki birçok şey gibi bunu da kavraması zor. Ama bu sona eren şeyden yeni bir şey doğuracaksak, sonlarla uzlaşmamız gerekiyor. Nihai sonla yüzleşmek zorundayız, Covid-19'un bizi bakmaya zorladığı şey bu: kaçınılmaz ölümlerimiz.

Stephen Jenkinson, bir Kanada hastanesinde palyatif bakım ekibinin baş danışmanı olarak ölen insanlar ve aileleriyle kapsamlı bir şekilde çalıştı. Çalışmalarının çoğu ölüme karşı çarpık ve olgunlaşmamış tutumlarımız ile bunun kültürümüz üzerindeki etkisine dikkat çekiyor.

Jenkinson ölüm ve sonlar konusunda dilimizin yoksunluğunu belirtiyor. Geçişlerden ya da diğer tarafa intikal etmekten konuşmayı yeğliyoruz. Yeraltı dünyasında kaybolmadan seyahat edeceksek bu yeni çağ (new age) fantezilerini bir kenara koymamız gerekiyor. Hem Jenkinson’ın ifade ettiği hem de birçok ruhsal öğretide anlatıldığı gibi, eğer ölümü kucaklamaz ve onurlandırmazsanız gerçek anlamda yaşıyor olamazsınız.

Doğumun yeni bir başlangıç olması gibi, ölüm de nihai sondur. Öbür dünyaya inanıp inanmamanız ayrı bir konu. Fakat ölümü bir son olarak reddetmek, yaşamı yaşamaya değer kılan derin özlem ve kaçınılmazlıktan kendimizi mahrum etmektir. Kendi korkularımızı bastırmak için ölümü sterilize etmeye veya kontrol etmeye çalışırken kaybediyoruz. Taocu bilgeliğin öğrettiği gibi, başlangıçlar ve sonlar birbirini ima eder. Çürümeyi gerçekten onurlandırmadan yeniden doğuma ulaşamayız. Jenkinson palyatif bakımda çalıştığı zamanlarda, bireysel seviyede ölümü karşılamakta zorlandığımızın farkına varır. Bu dönemde yaşadıklarını da anlaşılır bir şekilde aktarıyor. Ölmekte olduğunu gördüğü insanlarla ilgili bana şunları söyledi:

“Kullandıkları dilde, ölmekte oldukları gerçekliğine dair en ufak bir ipucu ya da işaret yok. Böylece dil, gerçeklere karşı bir tür sigorta poliçesi haline geliyordu. Sanki ifade etmeye yaklaşmaya çalışıyormuş gibi davranıyorlardı. Ama sonunda şaşkınlıktan ağızları bir karış açık halde, salyaları akarken desentize ediliyor (hassasiyetleri azaltılıyor) ve yatıştırılıyorlardı. Kendi ölümlerine yönelik konuşamamalarının bir sonucuydu bu. Böyle yapmaları konusunda yönlendirilmiş ve teşvik edilmişlerdi ve sonuçta da böyle oluyordu.”

Kendimizi yatıştırmak için kültürümüzde milyonlarca yöntem var. Netflix, iş, uyuşturucular, seks, alkol ya da elimize her ne geçerse. Ve aynı yaklaşımı ölüme de uyguluyoruz - ki ölüm gördüğümüz her şeyi eşitleyen bir tesviye aleti gibi. Peki ya bundan kaçmamayı öğrenseydik, gerçeklerle doğrudan karşılaşmayı göze alıp bireyler olarak “iyi” ölseydik… Jenkinson’a bir kültür için “iyi” ölmenin ne demek olduğunu sordum:

“Çok sevdiğin birisinin ölmekte olduğunu hayal et. Onunla olan ilişkinin adabı nasıl olurdu? Olmakta olan şey karşısında kendini nasıl idare ederdin? Bu soru evinizde ölmekte olan bir kişi için ya da şu yaşadığımız zamanlar için de aynı şekilde geçerlidir. Böyle zamanlarda bir şeyler yapabilme konusundaki hırsımızın ne kadar bitik olduğuna dair bir anlık aydınlanma yaşarız. Peki ne yapardın? Benim aklıma gelen cevap, o günün gerçekliğine sadakatle tanıklık etmek. Kendini ölmekte olanın huzurunda mevcut olacak şekilde düzenlersin; ölüme rağmen değil, ölümün üstesinden gelmek için değil, sırf herkes daha iyi hissetsin diye sanki ölüm orada değilmiş gibi yaparak değil, aksine her şeyi riske atarak, ilişkini, arkadaşlığını ya da he neyse onu riske atarak orada hazır olursun. Ve daha fazla zamanınız olduğu zannını da bir kenara koyarsın. Çünkü daha fazla zamanınız yok.”

Yaşadığımız şu zamanlarda hakikati eğip bükmeye ve saçmalıklara (ki bunların hala yaygın olduğunu düşünüyorum) direnen bir şey var. Bunun kısmen ölümün nihai meta-anlatı olmasından kaynaklandığına inanıyorum; çünkü ölüm gerçek-ötesi (post-truth) olmayan ve olmayacak tek şey. “Bizi Bağlayacak Bir Hikâye” (AStory to Bind Us) isimli yazımda tür olarak yeni, daha akıcı ve karmaşık bir meta-anlatıya ihtiyacımız olduğuna dair inancımı ifade etmiştim. Söyleşimiz sırasında Zak Stein’ın da belirttiği gibi bu anlatı ölümle sağlıklı bir ilişki içermeli ve tabii bununla sınırlı kalmamalıdır. Ölümle sağlıklı bir ilişki içinde olmak da, gerçeklikle sağlıklı bir ilişki içinde olmak demektir.

Jordan Hall, Rebel Wisdom’da David Fuller ile yakın zamanda yaptığı konuşmada, 2008'den sonra ekonomimizin durumuna dair şöyle bir metafor kullandı; sanki bir yarışta koşucusunuz, bir ayak bileğiniz kırık ve büyük miktarlarda eroin ve uyuşturucu almış, koşmaya çalışıyorsunuz. Bir süre iyi gidiyor gibi görünüyor. Ta ki uyuşturucuların etkisi geçene dek. Şu anda sistemimizde olan da bu, uyuşturucuların etkisi geçti, kendimizi sakinleştiremediğimiz gibi daha iyi bir dünyaya doğru ilerlemek için eski bağlarımızı da koparamıyoruz. Fred Rogers’ın ünlü sözünde olduğu gibi, “eğer bir şey hakkında konuşulabiliyorsa onu idare etmek de mümkündür.” Biz de dünyamızın sonunun geldiğini konuşmaya başlayabiliriz, hatta başlamalıyız. Ama Jenkinson’ın belirttiği gibi, bunu nasıl yapacağımızı öğrenmemiz gerekiyor.

“Bunu yapmak tuhaf ve yabani hissettirecektir ki zaten nasıl yapılacağını da bilmiyoruz. Bitişlere inanmayan kültürümüzde bitişleri nasıl ele alacağımızı anlatan bir adap da yok… Bir şeye sonuna kadar eşlik etmek dediğim ‘radikal sevgi’ adabının savunuculuğunu yapmaya çalışıyorum. Açıkla dediklerinde kullandığım ifade bu. Şimdi yapmamız gereken de bu. Yaşam biçimimiz dibe ilerlerken sonuna kadar ona eşlik etmeye istekli olmalıyız. Bu, çok daha az şey ile yaşamak demek. Bu da çok fazla bilinmezlik içerir.”



Dönüşüm

Sonlara geldiğimizde bütünlüğü ve yeni şeylerin ortaya çıktığı toprağı buluruz. Dönüşüm, birçok mit alimine göre, mitin en önemli unsurudur. Fakat kendi başına dönüşüm hiçbir şey ifade etmez; monomitin anlattığı bireyin dönüşüm hikâyesi kaçınılmaz olarak bireylerin kendi dünyalarına, topluluklarına dönüp hak ettikleri yere gelmeleriyle devam eder.  

Charlotte Du Cann, bu mitlerin bize ne anlatmaya çalıştığına dair derin bir anlayışa sahip. Salgının başlangıcında Outbreak (Salgın) adlı bir yazı yazdı, bu yazısında birçok başka mitle beraber Psyche’nin mitinden bahsediyor. Psyche bir tanrıça değil, etrafındakiler tarafından ilahlaştırılmış güzel bir ölümlüdür. Gerçek aşkını bulmak için yeraltına bir yolculuğa çıkmak zorundadır. Ona, tohumları ayıklamak gibi, çok sayıda sıradan görevler verilir. Bu da onun dönüşüm sürecini başlatır.

Du Cann, bu mitin günümüzde kilit bir önemi olduğuna inanıyor. Tıpkı Psyche gibi (ki bu kelime Yunanca’da ‘kelebek’ anlamına da geliyor) bizler de sonucunda dünyaya geri döneceğimiz bir dönüşüm sürecine giriyoruz. Tohumları ayıklama alçakgönüllülüğüne geri dönüyoruz. Tıpkı isminin anlamı gibi, onu değiştirip dünyaya getiren koza budur. Bu, kendimizi dönüştürmek için bizi 'dışarıda bir yere' çağıran kahramanın yolculuğundan çok daha farklı. Du Cann’ın Salgın yazısında dile getirdiği gibi; “Gidişatımızı dönüştürmek ve değiştirmek için her türlü uyarıya ve nasihate direndikten sonra, şimdi, kolektif olarak gönüllü karantinalar ve izolasyonlarla kendi kozamıza girmeye ve nesiller önce yapmamız gereken şeyi yapmaya zorlanıyoruz.”

Konuşmamızdan birkaç gün önce Du Cann, aynı Psyche gibi tohum ayırıyormuş. İnsanlar dayanıklı temel gıdalara yönelince, artan taleplere yetişebilmesi için bir arkadaşının gıda şirketindeymiş. Bu çok uygun, Du Cann’ın da söylediği gibi, mitler uzun zamandır doğal dünyayla ve özellikle tarımla bağlantılı olmuşlardır. Antik gizemcilik okulları bu mitleri güçlü psikodramalarla sahneleyerek insanların mevsimlerle, birbirleriyle ve tahıl, ölüm ve yeniden doğumun tanrıçalarıyla bağlantı kurmasını sağladı. Şimdi kriz sırasında tedarik zincirlerimiz sıkıntıya düşünce, birçok kişi ilk defa tam olarak yediklerimizin nereden geldiğini merak etmeye başladı ve gıdanın yetiştirilmesinden bu derece kopuk olmanın huzursuzluğunu hissediyor. Şimdi bir mit üzerine konuşmak yerine, atalarımızın yaptığı şekilde bir miti yaşamanın bize ne anlam ifade ettiğini konuşmalıyız.

Du Cann şöyle açıklıyor; “Bu fikri seversiniz ya da sevmezsin, mesele bu değil. Mesele, yeraltı dünyasına gidiyormuş gibi hissettiren bu şeyi somutlaştırabilmek, bu dönüşümü varlığınızda tutabilmek.” Ve devam ediyor: “Peki bu nasıl bir his? Gıda üretimimizle ilişkimiz nasıl? Çünkü esas nokta bu. Bütün uygarlıklar tahıla bağlıdır; bu ister pirinç, ister fasulye, ister darı ya da Amerika’da olduğu gibi mısır olsun. Öncelik budur, somuttur. Ve bunu mitsel bir ilişkiyle aşıladığınızda, o zaman oturup her ekmek yediğinizde ya da oturup her tahıl yediğinizde bu bağlantı ve rezonans size kendini belli eder.”

Şu anda Psyche’nin yolculuğu gibi dişil bir inisiyasyon geçiriyor olabiliriz. Bu arada şunu belirtmek de önemli, Jungiyen bakış açısından konuşursak, her birimizin içsel bir dişil ve eril yönü vardır. Burada bahsettiğim şey erkek ya da kadın olmakla ilişkili ancak bununla sınırlı değil. Bu, dünya hakkındaki anlayışımızı şekillendiren derin ve ilkel arketiplerle ilgili. Ve bu arketipler bilinçli zihinlerimizle algılayabildiğimizden daha derin seviyelerde iş görürler.



Özet: Hortlaklar ve Seyyahlar

Bu yazı için konuştuğum üç insanın her biri ve buna eşlik eden filmimiz oldukça farklı geçmiş deneyimlerden geliyorlar. Ancak her biri, birbirinden bağımsız olarak, karşılaştığımız şeylerle yüzleşmek için yeni bir insan türü olmanın öneminden bahsetti. Stephen Jenkinson’a göre iyi ölmenin bir kısmı, sizi tam anlamıyla insan olmaktan alıkoyan şeyler karşısında bile insan kalma sözünü vermeyi içeriyor. Zak Stein ise yabanda başıboş dolaşırken bir araya gelmemizin ve tapınağımızı da bizimle beraber taşımanın kendi yükümlülüğümüz olduğunu öne sürdü. Kendi kalplerimize ve birbirimize yakın durmalıyız. Büyük bir alçakgönüllülük ve cesaret yolculuğuna çıkmaya hazırlıklı olmalıyız, çünkü Charlotte Du Cann’ın söylediği gibi, yeraltı dünyasına inmek çok kolay, oradan çıkabilmek içinse başka tür bir insan olmamız gerekiyor.

Bu bizi değiştirecek bir yolculuk, hatta belki kendimizi tanımayacağımız ölçüde bir değişiklik. Peter Limberg'in de belirttiği gibi, bu yolculuk belki kültürümüzün özü için yapılacak bir sonraki büyük savaşın yapılabileceği yer olabilir. O buna “eşikteki savaş” diyor. Şu anda böyle bir savaşın taraflarını oluşturan iki memetik kabile görüyorum. Bir kısım, önceden olduğu gibi işlerine geri dönmeyi isteyenler, diğer kısım ise bu durumu yeni bir şeyin doğumu için fırsat olarak görenler. İlk gruba Hortlaklar, ikincisine de Seyyahlar diyeceğim.

Seyyahlar eşikten çıkarken en azından ne olduğu hakkında bir anlamlandırmaya sahip olacaklar. Gözleri açık şekilde yolculuk ederken salgının getirdiği acı ve trajedinin farkında olacaklar. Eşikten geçmek, şu anda yeni bir şey doğurmak için gereken köklü değişikliklerle uğraşmayı gerektirir. Böylece şimdiden ölmüş durumda olan eski ekonomik sisteme ve kültürel değerlere geri dönmeyiz.

Fakat bazılarımız değişmeyi istemeyebilir ya da artık öldüğümüzü kabullenebilir. Hikâyelerimizde böyleleri için “hortlak” deriz. Hortlaklar huzur bulmamışlardır, çünkü geçmişte sahip oldukları kimliği yitirdiklerini ve artık eskiden yaşadıkları yerde yaşamadıklarını kabullenmezler. Yeraltına yolculuğumuz boyunca bunu unutmaya ve bir hortlak olmaya doğru çekileceğiz. Yani “işlerimize eskiden olduğu gibi geri dönmeye” ve eski sistemin paradigmasını, tıpkı 2008’de yaptığımız gibi kabullenmeye çekileceğiz.

Ancak eşik tuhaf bir yerdir. Bir hortlak her an bir seyyaha ve bir seyyah da yönünü yitirip bir süreliğine bir hortlağa dönüşebilir. Bu geçişler sürekli olacak ve bunun arasından yolumuzu bulabilmek de bize kalmış. Eğer tapınağımızı yanımızda taşır, insanlığımızı hatırlar ve heyecanla alçakgönüllülük ve özlemimizle birbirimizi arayıp bulmaya çalışırsak, o zaman yeraltı dünyasından ölülerin ördüğü dersleri öğrenerek çıkabiliriz.


Bu yazıya Rebel Wisdom’un Youtube kananlında bulunan ve Stephen Jenkinson, Charlotte Du Cann ve Zak Stein ile yapılan görüşmelerin yer aldığı bir film eşlik etmektedir.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Fearing Paris / Paris'ten Korkmak

(Şiirin alelade bir Türkçe çevirisine James Hollis'in Ruhun Kaygan Kumları kitabında rastladım, sayfa 136-137'de Korku ve Kaygı başlığında. Aşağıda bu çeviriyi de paylaştım.)

Fearing Paris

Suppose that what you fear
could be trapped
and held in Paris.
Then you would have
the courage to go
everywhere in the world.
All the directions of the compass
open to you,
except the degrees east or west
of true north
that lead to Paris.
Still, you wouldn’t dare
put your toes
smack dab on the city limit line.
You’re not really willing
to stand on a mountainside,
miles away,
and watch the Paris lights
come up at night.
Just to be on the safe side,
you decide to stay completely
out of France.
But then danger
seems too close
even to those boundaries,
and you feel
the timid part of you
covering the whole globe again.
You need the kind of friend
who learns your secret and says,
“See Paris first.”

Marsha Truman Cooper

Resim: https://www.saatchiart.com/art/Painting-Paris-view/655401/2709490/view

Paris'ten Korkmak

Korktuğun şeyin Paris'te
kapana kıstırılıp
alıkonulduğunu varsayalım.
O zaman dünyada istediğin yere
gitme cesaretin olurdu.
Pusulanın sana gösterdiği
her yöne,
Paris'in biraz doğu ya da batısı hariç.
Şehrin sınırlarına parmak uçlarınla bile
cesaret edemezdin dokunmaya.
Fersah fersah ötede bir dağ yamacında 
oturup da geceyi aydınlatan
Paris ışıklarını seyretmeye de.
İşi sağlama bağlamak için
Fransa'ya ayak basmamaya karar verirsin.
Ama sonra tehlike
o sınırlara bile fazlasıyla yakın görünür gözüne,
ve ürken yanının bütün dünyayı
kaplayıverdiğini hissedersin yeniden.
Sırrını bilen ve sana
"Önce Paris'i gör" diyecek çeşidinden
bir dosta ihtiyaç duyarsın.

Marsha Truman Cooper

21 Nisan 2020 Salı

Otostop Günlükleri

(Bir zamanlar sık sık otostop ile seyahat ederdim ve o zamanlar beni yazmaya sevk eden bir şeyler yaşayınca bunları hemen yazar, sosyal medyada paylaşırdım. Otostopta insanlarla kurduğunuz iletişim çok zengindir, küçücük detaylardan anlatacak bir sürü şey çıkabilir. Bir kısmını buraya derledim. Olayların gerçekleştiği tarihler geniş bir aralığı kapsıyor. Kabaca 2014-2018 arası diyebiliriz.)


Otostop günlükleri no: 23

Ankara'dan İzmir'e dönüyorum tek başıma. Bu rota, Ankara'dan çıkarken bindiğiniz ilk araç eğer Polatlı'ya gidiyorsa ciddi absürtlükler içerecektir -istisnasız, her seferinde. Çünkü bu yolun kuralı-kanunu budur. Otostop Tanrıları ya da Ganesha gelse, onlar bile değiştiremez.

Bu arada hikâyede birazdan karşımıza çıkacak işgüzar jandarmayı anlayabilmek için tarih de belirtmeliyim: Geçtiğimiz [2015] yaz başlarındayız. Yani henüz kalkışma, ohal falan olmamış, ama Ankara'da üçüncü patlama sonrası. Gerginlik malum.

Kaç araç değiştirdim hatırlamıyorum. Fakat bu hikâyenin tuhaflığına yavaşça yaklaşırken bindiğim son araçta tarım ilaçları satan bir adam vardı ve beni bu dünyada varlığını ilk defa duyduğum -ve mümkünse tekrar görmek istemediğim- bir yerde bıraktı: Afyon'un Bayat adındaki, küçük bir kasabaya ya da büyük bir köye benzeyen, dolaysıyla bir ilçe diyemeyeceğim ilçesi.

Pis bir yerde indirdi beni, karşımdaki orta ölçekli fabrikaları, gri duman kusan bacaları net hatırlıyorum. Güzel bir koku da yaymıyorlardı. Onlardan uzaklaşmak için yoldan aşağı yürüdüm. Bulunduğum yere rağmen güzel bir gündü bu. Parçalı bulutlu, bahar arkası, güneşin ısıttığı ama yakmadığı bir gün.

Sağ tarafımda bir çoban, yaşlıca bir adam, otuz kadar hayvanın olduğu sürüsüyle köy evlerinin arasında kalan bir çayırdan beni izliyordu (Koyunlardan daha ilginç olduğum kesin). Manzara pek güzeldi, eğer güzel bir açı bulursam bu manzaranın bir fotoğrafını çekmeliyim, dedim. Fakat ışığı kısmen tersten aldığı için dolanıp arka tarafına gitmeye karar verdim, böylece yoldan içeri, köy evlerine ve çayırlığa daldım. Çobana uzaktan elimle selam verdim, mesajım açık: "merhaba dünyalı ben dostum". Havlayan köpekleri geçtim. Ve az daha yürüyünce aşağıda fotoğrafını gördüğünüz otobüsle karşılaştım.

Tahmin edersiniz ki bu aklıma Supertramp ve 142 numaralı sihirli Fairbanks otobüsünü getirdi. Şimdi fotoğraf çekmek için çok daha ilginç bir nesne bulmuştum işte. Fotoğrafta pek belli olmayan, otobüsün sol alt tarafında zincirlenmiş bir köpek olduğu için yaklaşamadım ve içine giremedim. Etrafında bir tur döndüm. Tam fotoğrafı çekecektim ki, öte yandan gelen bir jandarma aracı, adeta aradıkları teröristi bulmuşçasına, yaklaşıp durdu. Askerler ellerinde MP-5 makineli tabancalarıyla indi. Komutan, sesini gürleştirmeye çalışarak bağırmaya başladı: "Kimmişim ben? Neyin fotoğrafını çekiyormuşum?"

Henüz bilmediğim şey şu; aşağıdaki fotoğrafta sırtımı döndüğüm yerde bir Jandarma karakolu varmış.


Hayallerimdeki Fairbanks 142 ile Bayat'ta karşılaştım.


Çektiğim fotoğrafları görmek istedi. "Makinem analog." dedim. Tabii ki anlamadı. Bu çağda kim analog makine kullanır ki? Kapağı açıp filmleri yakacak diye ödüm kopuyordu. İstediği makul açıklamaları da yapamadığım için ("otostopla Ankara'dan geliyorum, son araç burada bıraktı, otobüsün fotoğrafını çekmek için geldim ve analog makinam var") savcıyı arayıp suç duyurusunda bulunmakla tehdit etti. Şüpheli görünmek dışında hangi suçu işlediğimi anlamıyordum. Arabaya bindi(rildi)m ve karakola yollandık. İçinde bir iki masa ve sandalye dışında bir şey olmayan, sadece bembeyaz, boş ve rutubetten yer yer çatlamış duvarlar. Bir zamanlar neredeyse jandarma olacağım günleri anımsıyorum ve her şey, tüm hayatım ve varoluş bir an için absürt geliyor. Bir sandalyeye otur(tul)uyorum. Araç komutanı olan astsubay -aynı zamanda da karakol komutanı- savcıyı arıyor, odadan çıkıyor. Kalan asker neden karakolun fotoğrafını çektiğimi soruyor. "Çekmedim ki" diyorum, ama boşa konuşuyoruz. Kanıtlayamam bunu. Kafka'nın Dava'sı gibiyiz ve kendi içimde bayağı eğleniyorum. Tabii çaktırmamaya çalışıyorum eğlendiğimi.

Bir süre sonra komutan odaya dönüp açıklama yapıyor. Savcı belli ki umursamadı bu durumu ve işgüzar karakol komutanı da Bayat'ı büyük bir felaketten kurtarmanın zevkini tadamadı. Beni salacaklarını anlayınca üstünlüğü bir an için ele geçirmenin verdiği keyifle "Allah aşkına teröriste benzer bi tarafım var mı?" diyorum. "Nolur nolmaz" diyor komutan. Haklı tabii.

- Şimdi gidip otobüsün fotoğrafını çekeceğim müsaadenizle.
- Fazla oyalanma.

Sırıtarak karakoldan çıkıyorum. Güzel güneşli bir gün. İnsanı ısıtıyor, ama yakmıyor...

...

Otostop günlükleri no: 42

Uşak'tan İzmir'e gitmeye çalışıyorum, Soma'ya giden Van'lı müteahhit abi Salihli'nin girişinde -otostop açısından korkunç bir yerde- bırakmış. Klimalı arabadan cehennem sıcağına inmişim, saat 12'yi geçiyor, güneş yükseliyor ve batıya doğru ilerledikçe nem artıyor. Tahminim 40 derecenin üzerinde hava. Etrafta hiç gölge bulunmadığı yetmiyor gibi, otobanın kenarından yürüyorum; duble sıcak. Tar-tar-tar bir ses geliyor, saatte 25 km. hızla giden bir traktör, kasası yok; pulluk takılı. Hasır şapkanın altında gülümseyen abi, bir şeyler diyor, gürültüden anlamıyorum. Yaklaşıyorum, "bin hadi, çık şuraya" diyor. Oturacak yer yok, ilk kez traktöre otostoplamışım, sıcaktan sersemlemiş ve boş bakıyorum. Sonra koca teker üzerine çıkıyorum, sırtımda 15 kilo çanta, dengeyi tutturdum. Başlıyor yine: tar-tar-tar. Salihli'nin içine bırakacak ya beni, bir de böyle traktöre binmemişim hiç, mutluyum. Abinin yüzü gülüyor, neşeli bir adam. Bağından dönüyormuş. Bu sıcakta nasıl da çalışıyor diye düşünüp dertleniyorum; "Allah sana kolaylık versin" diye bağırıyorum, sesim tar-tarlara karışıyor. Bir süre sessizlik oluyor, sonra soruyorum -bu soru 'tuhaf' sessizlikleri kırmak için gizli silahım: "çocuk var mı ağbi?" Kırkküsur derece sıcakta bağdan dönen neşeli adam daha da neşeleniyor, "iki oğlan var, biri 8 öbürü 12 yaşında" Gözlerinin içi öyle güzel gülüyor ki adamın, ben de neşeleniyorum. Adeta mutluluk-bulaştırıcısı. Yan taraftaki kasadan üzüm uzatıyor, bir salkımda sıcacık mor üzümler, tek elimle kuş gibi yiyorum. Emeğine sağlık be abi. Cüzdanını açıyor, para verecek sanıyorum, bir bilet çıkarıyor, "Al bununla Manisa'ya gider ordan devam edersin" diyor. Yolumun üzeri değil diye reddetmek istiyorum, mırıldanıyorum bir şeyler ama adam öyle güzel gülüyor ki, fikrim değişiyor "varsın uzasın yolum" diyorum içimden, alıyorum bileti. Biraz sonra yol ayrımına geliyoruz ve bu otostop da bitiyor, iniyorum traktörden. Elimi uzatıyorum ve güçlü elini sıkarken adını soruyorum,"Rıfat" diyor. "Kendine iyi bak Rıfat ağbi."

Sırtım sırılsıklam, pantolon bacaklarıma yapışıyor nemden. Eve varınca gireceğim buz gibi duşu hayal ediyorum. Bir açıdan bakınca tam bir rezillik bu yolculuk, hatta ahmaklık bu öğle sıcağında; ama benim gördüklerimi görebilirseniz, işte o zaman, hepsine değiyor: Yaşıyorum ben.

...

Salihli-Manisa otobüsünden sevgiler :)



Otostop günlükleri no: 56

Ülkede OHAL ilân edilmiş, ortalık karışık (Diego bi dur allahını seversen demeyip) Eskişehir'e gitmeye karar verdik, Elçin ile. Öncesinde facebook'taki otostop grubunu kontrol ettim, acaba sıkıntı var mı, acaba hâlâ her şey 'normal' mi yollarda. Eskisi kadar otostop yapan yok, ama yapan da gidiyor gibi. Terredütlerime rağmen, eve kapanmaktan da o kadar sıkıldım ki, ne olacağı varsa görelim diye düşündüm ve çıktık yola -belki de tuhaf ve gereksiz bir cesaret.

İzmir'in Ankara çıkışı zordur, otostop yapanlar iyi bilir. Bitmek bilmeyen organize sanayiden kurtulmanız gerekir. 20 dakika kadar bekledik belki, kollarımız yoruldu. Umutsuzluk alametleri başladığından mıdır, Elçinle konuşuyoruz kendi aramızda; "E normal tabi durmamaları", "Ülkenin hali", "Kimse durmazsa ne yapsak?" diye devam ediyor muhabbet. Sonra bir doblo durdu ve bizi oldukça yakın bir yere ama organize sanayinin bitişine yakın, Sütçülere bıraktı. Bu hikâyeyi bizim açımızdan ilginç kılan abi de, bizi işte buradan aldı.

Arkası kapalı gri bir kamyonet. Sıcak. Adını sonradan öğrendiğimiz Fesih abi, "Normalde sizi almam yasak" diyor, böylece aracın şirket aracı olduğunu öğreniyoruz. Baz istasyonlarında çalışıyormuş. Hakkında hiç bir fikrim olmasa da, bu esmer adamı tanımlamak için dürüst ya da mert derdim herhalde. Öyle mi bilmiyorum, ama öyle hissettiriyor. "Neden otostop yapıyorsunuz?" Her zamanki cevabımı veriyorum: "Çünkü yola ayıracak param yok ve yollarda insanlarla tanışıyorum." Bir süre sessiz gidiyoruz. Sonra hiç tatili olmadığından bahsediyor. Sürekli yollarda olmaktan da şikayet ediyor biraz. Eşi ve çocuklarına çalıştığını söylüyor. Üç çocuğu varmış.

Bizi Turgutlu'da bırakacak. "Otogarda bırakayım, para vereyim de otobüse binin" diyor. İtiraz edip etmemek konusunda kararsızım. Bir yandan insanların armağanlarını geri çevirmemeyi öğrenmeye çalışıyorum, öte yandan da içimdeki konforu isteyen yanımı fark edip kendime saldırıyorum. "Hak?" Sahi, "Alma" diyen ses kimin sesi? Fesih abi otogara gelince duruyor ve yol paramızın iki katı bir meblağ çıkarıp uzatıyor. Kararsızlığım sürerken Elçin, gözleri dolu, alamam diyor. Fesih abi hafif ısrarla o kadar güzel ve keyifle almamızı söylüyor ki, "hediye ediyorum yahu, çok var bende, harcayamıyorum zaten" diyor. İtiraz edebilecek bir konumda değilim artık. Karşımda 'gerçek' bir armağan var, bunu sözcüklerde değil gözlerinde görüyorum adamın, içim rahat alıyorum parayı.

Şimdi otobüse bindik, ve artan parayı ne yapacağımızı düşünüyoruz. Ve bize akanın sadece para değil, güzel bir enerji olduğunun bilinciyle, bunu başka güzel işlere aktarmaya karar veriyoruz.

...


Otostop günlükleri no: 61

Filiz ile Dergâh'tan çıkıyoruz, yapacağımız yeni etkinliklere yer aramak için bize tavsiye edilen Alişler Yurdu'na gidiyoruz. Bu coğrafyada hiç aklıma gelmeyecek -sanki- gizli bir yere (Yalova'dan Marmara'ya uzanan burun üzerinde) kurulmuş, sakince bir inziva yeri. Geç vardığımız için orada kalıyoruz. Otostop macaremız da ertesi güne kalıyor.

Türkiye'de bir kadınla otostop yapmak hızınızı on ile yüz kat kadar artırabiliyor -ülkenin üzücü otostop gerçeği bu. Fakat bu sefer karşılaştığımız insanlar öyle düzgün ve güzeldi ki, böyle bir şansa bağlamayacağım bunu.

İlk sessiz aracımız (boyacılık yapan ve malzeme almaya giden iki adam) yol üzerindeki bir şelaleyi anlatıp bizi Gemlik'e bıraktıktan sonra, eski beyaz bir minibüs duruyor önümüzde. Eskiliğine karşın (ve oldukça absürt bir şekilde) arka tarafın otomatik kapısı yavaşça ve tuhaf sesler çıkartarak açılıyor. Ön tarafta orta yaşlı, komik görünümlü -ve konuşması görüntüsünden daha da komik olan- şoför, yanında birinin üzeri çıplak iki ergen genç. Çıplak olanın kafasında bir de kırmızı şapka var. Arabanın arkası öyle dağınık ki; su dolu kocaman bir damacana, hâlâ havayla dolu bir şişme yatak, üzerinde bir sürü boş 'ice tea' şişesi, havlular, kıyafetler... Arka tarafın tüm pencerelerinde lacivert perdeler. Nereye gidiyorsunuz diye soruyorum, şoför Süleyman ağabey komik bir aksan ile "Geziyoz, atlayın!" diyor. Boş bakışlarıma karşı ekliyor "Siz de gezmiyonuz mu?" Islak havluları iteleyip arka koltuğa 'ilişiyoruz'. Sanki Coen kardeşlerin bu ülkede çektiği bir filmin sahnesi gibi her şey... Otomatik kapı komik sesler çıkartarak yavaş yavaş kapanıyor.

Sorunca anlatıyor Süleyman ağabey. Yanındaki iki Yunus ile (biri oğlu, biri kiracısının oğlu imiş) Kütahya'ya Ilıcalara tatile gidiyorlar. Israrla bizi de götürmek istiyor: Israrla ve kibarca reddediyoruz. O bir şeyler anlatırken ergen Yunus'lar kendi hallerinde telefonlarıyla oyalanıyorlar. Hatta bir ara 'selfi' çekerek bayağı eğleniyorlar. Bir süre sonra Kınık'a geliyoruz ve ana yoldan çıkıyoruz. Şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz Filiz'le. Sonra anlıyoruz ne olduğunu. Meğer maden suyu dolum tesisine giriyormuşuz. Arabadan inip bir çeşmeye yaklaşıyorum ve ilk defa bir çeşmenin musluğunu çevirince maden suyu aktığını görüyorum.

Görüntüsü itibariyle bana bir kara mizahı hatırlatan bu yolculuk, bir süre sonra teypten Ankara havalarının çalmasıyla daha da absürtleşiyor. Meğer Süleyman ağabey Polatlı'lıymış. Yolculuğu benim için çekilmez kılan Ankara havaları -sanki saatler sürmüş gibi hissettiğim- bir süre sonra bitiyor. Fakat bu yolculuk henüz absürtleşme kotasını doldurmuyor. Bozüyük'e gelince arabaya bir şey oluyor, kenara çekiyoruz. Kaporta açılıyor, telefonlar ediliyor. Üstü çıplak olan Yunus'a ne olduğunu soruyorum, "Araba susamış ağabey" diyor. Su dola koca damacanayı kaportada bir yerlere döküyorlar. Arabanın susuzluğu dinmiş olacak ki, bir süre daha gidebiliyoruz.

Filiz bugün çok şanslı. Ya da şanstan da öte bu, ne dese oluyor. "Daha konforlu bir arabaya binelim" diyor, ve daha dakika geçmeden nefis bir araba duruyor.

Bu arabada duyduğum bir hikâye öyle derinden etkiliyor ki beni, bunu da başka bir güne bırakayım...


Otostop günlükleri no: 62

Tam olarak ne iş yaptığını anlamadığım B. ağabey, işi için İstanbul'dan Konya'ya gidiyor. Sorumluluğunda olan kocaman siteler var. Herhalde küçük bir Ali Ağaoğlu diye düşünüyorum. Arabasına biner binmez, "sizi aldım, çünkü benim oğlan da otostop çekiyor" diye açıklıyor. "Benim oğlan" derken sesindeki gururu hissediyorum. Kısa bir süre sonra (telefonundan Konya rotasına bakarken) bizi bir kaç kilometre ileride indirmesi gerektiğini fark edip -gerçekten- üzülüyor. Yol ayrımına gelince durup bir süre başka rotaları araştırıyor. Bizi indirebileceğini ve başka araç bulacağımızı söylememe rağmen beni dinlemiyor ve yolunu bir kaç yüz kilometre uzatmak pahasına Ankara'ya kadar bırakmaya karar veriyor. "Benim oğluma böyle yapmalarını istemem, o zaman ben de yapmam" diyor.

B. ağabey, otostop yapmayı neden sevdiğimi tekrar gösteriyor bana. Çünkü dolu dolu bir hikâyesi var. Ve biz henüz bunu bilmiyoruz...

Yol sanki altımızda kayıyor. Araba konforlu; süratli gittiğimizi fark etmiyoruz bile. Bir ara arabanın arkasındaki poşetteki elmaları hatırlıyor. Alıyoruz birer tane. Yol kenarındaki tezgahlardan almış; sulu, sert, lezzetli elmalar. Kamp organizasyonları yaptığımızı söyleyince otostop (ve belli ki kamp da) yapan oğlunu bizimle tanıştırmak istiyor ve telefon ediyor. Aracın hoparlörlerine verdiği ses sayesinde D. ile konuşuyoruz, tanışıyoruz ve facebook'tan ekleşiyoruz.

Keyifli sohbet ara ara sessizliklerle devam ediyor. Çoğunlukla B. ağabey anlatıyor, biz dinliyoruz. Nadir rastlanan hastalığından (Küme ağrısı denilen korkunç bir baş ağrısı) bahsediyor. Dünyada var olan -bildiğim- acılara bir yenisi ekleniyor. Kendince ağrıyı azaltmanın yollarını bulmuş, başkalarına da anlatabilmek için yaptığı girişimleri anlatıyor; şefkat duyuyorum.

Bir ara Dergâh'tan geldiğimizi, sema ve müzik etkinliğini anlatıyoruz. "Sema deyince aklıma Madımak gelir" diyor ve beni çok etkileyen hikâyesini anlatıyor bize: Hasret Gültekin'in arkadaşı olduğunu ve Madımak olayları sırasında Sivas'ta askerlik yaptığını, olaylara müdahale edilmesi için giden askerlerden birisi olduğunu söylüyor. Öncesinde etkinliklerin ve Aziz Nesin'in konuşmasının iptal ettirildiğini, sonra yüzlerce bağnazın Şeytan Aziz diye bağırarak Madımak'a doğru ilerleyişini, ve o sırada hiç birine müdahale edemeyişlerinden bahsediyor. Bir yandan olaylar gözünün önüne geliyor belli ki, soğukkanlı konuşuyor. Fakat daha sonra otele gittiklerinde karşılaştığı manzarayı anlatırken hem öfkeleniyor, hem de duygusallaşıyor. "İnsanlar yanarak ya da boğularak ölmediler" diyor. Patlayan silah seslerini, aydınların gözü önünde nasıl vurulduklarını anlatıyor, gözlerimi B. ağabeyden ayırmadan onu dinliyorum.

...

(Maalesef bu anektodu yazmayı bitiremedim...)


Otostop günlükleri no: yok

Kısacık yazacağım. Şu an Filiz ile arabasına bindiğimiz Mustafa ağabeyin müthiş müzik zevki sayesinde Norah Jones dinliyoruz; bir yanda gün batımı, trafiksiz bir yol, ve istikamet Göcek. Bulutlar şahane görüntüler veriyor. Şarkının güzelliğinden dolayı karnımda resmen kelebekler uçuyor. Söyleyeceklerim bu kadar...


Otostop günlükleri no: 81

"Ben artık yerleştim, ne işim var otostopla?" diye uzunca bir süre düşündüm ve o uzunca süre, hiç bir araç almadı beni. Seda'nın yanına, Ankara'ya gelmiştim, ve şimdi dönüş yolunda Uşak'a uğrayıp babamı göreceğim.

Katman katman bir dünyada yaşıyoruz aslında. Mesela bir yanımla çok iyi biliyorum ki (ve tabii körü körüne inanan herkes gibi 'biliyorum' ki) ruhsal bir yolculuktayız. Bütün o ezoterik ve hatta egzotik kaynaklar bunu anlatıyor ya: Bir rolümüz var, bunu biz seçiyoruz, gelip oynuyoruz ve sonuçta da tekamül ediyoruz (yersen). E ben buna inanıyorum efendim, zira daha aklıselim bi açıklama bulamadım... henüz.

Öte yandan, bu dünyada gerçekleştirdiğimiz her eylemin dünyasal sonuçları da var. Bu da ikinci katman ve tamamen gerçek. Oynadığımız rolü bilmek (ya da bildiğimizi sanmak), bu etkileri değiştirmiyor. Mesela ekolojik olarak doğru olduğuna inandığım şey, ikinci katmanda çok mantıklı bir yere otururken (arabanın yaktığı benzin bize iklim değişikliği olarak dönüyor), ilk katmana indiğimizde herhangi bir anlam ifade etmiyor (arabaların varlığının da, ekolojik yıkımın da, iklim değişikliğinin de bir var olma 'sebebi' var). Zaten makro ölçeğe çıkıp da bilinen evrene bakınca bildiğim her şey manasızlaşıyor. Meditasyon dışında.

Akıl sağlığımı korumak ve hayatıma bir amaç kazandırabilmek için bu iki katman arasında 'işime geldiğince' dans ediyorum sanırım.

Bir buçuk saat oldu. Yüzümü okşayan rüzgârı hissetmeye ve bana durmayan arabalara küfretmemeye çalışıyorum. Umudu kestim. Otobüse bineceğim galiba. Bir an evvel dönmek istiyorum. Derken yepyeni model janti bir araba duruyor: Göbekli, 'kodaman' bi ağbi. Hayatta en çok yargıladığım 'tip' bu olabilir. Fışkıran yargılarımı görmezden geliyorum (kodaman, zengin, fabrikator, yandaş...) Ama 'o' durdu işte, diğerleri değil. Yine de minnet doluyum.

Dikiz aynasından bir dua sallanıyor. Son model bir telefon. Araba temiz. Ve bana çok acayip geliyor bunlar...

- Neden otostop yapıyosun?
- Param yok abi.
- Ne demek param yok?!

Tam sohbete başlıyoruz derken, başlayamıyoruz. Kızdı mı, yadırgadı mı, anlayamıyorum. Kesin inerken para verecek diyorum kendi kendime. Bu sefer yüzsüzlüğüm üzerimde, verirse alacağım ve otobüse bineceğim.

Biraz daha soruyor, babam ne iş yapıyor, ben nasıl geçiniyorum... makul ve kısa cevaplar veriyorum. Bugün hikâye anlatasım yok.

Bu adam da rolünü mü oynuyor acaba? Ne iş yaptığını soruyorum, "su satıyorum" diyor.

Acayip bir dünya bu. Bilmediğim neler neler oluyor başka bi yerlerde. Hepimiz oynuyoruz işte. Tüm acılarla, huzünle ve melankoliyle.

Polatlı'ya gelince otobüs yazıhanelerinin önüne getiriyor beni. Bi tomar para çıkarıyor: "Al yol paran" sonra ekleme yapıyor "bununla da yemek ye, bin şurdan bi' otobüse"

'Gerçekten' teşekkür etmek için gözünün içine bakıyorum, Baran'ın dediği gibi, bir zamanlar bu adam da 8 yaşındaydı. "İsmin ne abi?" diyorum. "Murat" diyor.

"Sağol Murat abi."

Hepimiz oyun arkadaşıyız işte...


Otostop günlükleri no: 102

Bu sefer manyakça bir şey için düştüm yola. Kendimi Jazz'cı Kardeşlerden biri gibi hissediyorum, ağzıma yapıştı o ünlü replik; "We are on a mission from God!"

İstikamet Bursa. İzmir'den çıkıyoruz sabahın köründe O. ile. O. henüz uyanamamış, uykusuzluktan huysuz, tersleyip duruyor beni. "Yahu" diyorum, "çok eğleneceğiz! Bırak şu halleri."

İçimde akan bir şey var. Beni Bursa'ya götüren ve saçma sapan şeyler yapmama sebep olan bir şey bu. Sanki ben değilim bu. (Ne için gittiğimi yazamam, ama hiç de akıllıca olmadığını bilin yeter).

Akıllıca demişken, akıllı uslu yaşayıp da ne bok yediginizi bana izah edebilir mi aranızdan birisi? Eğer sıcak bir bahar sabahında otostopla yola düşüp, -hele bir de kendimi Sherlock Holmes zannederek oyun oynamayacaksam- niye yaşıyorum?

Parmağımızı kaldırdıktan 45 saniye sonra tertemiz güzel bir araç duruyor. İsmini ilerleyen saatlerde öğreneceğimiz Murat abi, bizi Manisa'ya kadar bırakmak üzere alıyor arabasına.

Keyifli bir sohbet başlıyor. Murat abi kimyasal boyalarla alakalı bir ürünü pazarlıyor, fabrikalardaki yol çizgilerini boyuyorlar. Manisa'ya gelince, Vestel fabrikasının dibinde duruyoruz. "Şimdi" diyor, "bir telefon edeceğim fabrikaya. Ya yola birlikte devam ederiz ve sizi Bursa'ya bırakırım, ya da sizi burada indiririm." Meğer İstanbul'a gidiyormuş.

Kurumsal fabrikanın telesekreterini aşana kadar 10 dakika geçiyor. Ben görüşmenin olumsuz olacağını içten içe biliyorum, çünkü kutsal bir yola çıktık. Akışı bedenimde ve kalbimde hissediyorum.

Vestel'in isteksiz satın-alma personeliyle konuşuyorlar. Fabrikaya girmeye gerek kalmıyor. Sonraki ihale seneye kalıyor. Murat abi üzülmüyor; denedik en azından diyor.

Şimdi istikamet Bursa, ben de deniyorum.

...