27 Ocak 2020 Pazartesi

Kitapçı Günlükleri - I

Kitapçı Günlükleri No: 1

Yanında 8-9 yaşlarında çocuğu ile içeri giden kadın:

"Çocuk kitaplarınız var mı?"

"Var tabii, göstereyim." dedim kibarlıkla. Raflara doğru yöneldim ki kadın ekledi: "Ne kadar?"

Durdum. Ne ne kadar? Bütün çocuk kitaplarının aynı fiyattan satıldığını zannetmiyorsun umarım.

"Bilmiyorum ki bir bakalım. Hangi kitabı arıyorsunuz?" dedim.

Elindeki okuma listesini uzattı. 10 tane kitap var.

"Ah, evet Oscar Wilde'ın Mutlu Prens'i var bizde, Don Kişot da var. 87 Oğuz da şurada ola..." Sözümü bölüyor:

"Peki ne kadar?"

Tamam ülkenin durumu içler acısı ben de farkındayım. Her bir kuruşu saymak durumundayız, evet. Ama kitapların fiyatlarını ezbere bilmiyorum, hayır. Dışarıdan bakınca bir bilgisayara mı benziyorum?

Kitapları çıkarıp verdim.

"Fiyatlarına bakıp size söyleyeyim."

Oturdu (Çocuğu da karşısına oturdu). Kitapları karıştırmaya başladı, ne âlâ. Çocuğun acaba neyle muhatap olacak, sağlıklı bir merak.

"87 Oğuz acaba ne anlatıyor?" dedi. Hayır çocuğuna demedi, sesli düşündü. Kitapları çocuğuna göstermedi hiç. Doğrusu çocuk da oralı değildi zaten. Tıpkı benim çocukluğum gibi, sıkılıyordu ve oturduğu koltukta bir öne bir geriye kaykılıp duruyordu. Eve dönüp tabletle oynamak istediğine bahse girerim.

Bir kitapçı ile böyle muhatap olmak zorunda kaldığın için çok üzgünüm küçük insan. Ayrıca Don Kişot'u senin yaşlarında okumuştum ben de. Okursan seversin bence...

Kitapları almadan çıkıp gittiler.

Bu hikâyenin sonu.

...

Kitapçı Günlükleri No: 2

Bugün sevgili ninem Ursula K. LeGuin'in ölümünün ikinci yıl dönümü. Hayal gücüm azıcık gelişmişse şayet, bunu büyük oranda ona borçluyum. Tekrar başımız sağolsun efendim.

Bu fotoğraf eski bir sevdiğimi anımsatıyor bana. Böyle düşündüğümü bilse belki sevinirdi yaratıcı portakal.
Fotoğraf: https://www.bbc.co.uk/programmes/m000bh0x


Eskişehir Kitapçısı'ndaki kitaplarla ilgilenmeye başladığımdan beri eksiksiz şekilde Ursula kitaplarını elimizde bulundurmaya özeniyoruz İnanç ile (Sağolsun, almak istediğim hiç bir kitaba itiraz etmiyor).

Dün benden bir kaç yaş genç bir adam dükkana girdi. Arka taraflarda, biraz hararetli, biraz sarsak, bütün kitapları birbirine karıştırıp kitaplar seçti. Normalde kitapları yanlış yerlere yerleştirdiklerinde insanlara içten içe kızıyorum. Ama bu adama kızmadım. Sempatik geldi hatta. Sonra bana George Orwell'lerin nerede olduğunu sordu. Sevindim, çünkü Orwell'i severim. Yerini gösterdim. Sonra Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sını sordu. Satmışız meğer. Bulamadım, üzüldüm. Ama sorduğu kitaplar beni ilk ergenliğime götürdüğü için heyecanım artıyordu. Yaklaşık yarım saat süren bir kitap kurcalamanın sonunda kasaya geldi. Elinde üç tane Orwell kitabı vardı. "Bu aralar bunlara sardım," dedi. 1984'ü okumuş, beğenmiş, Cesur Yeni Dünya'yı okumak istemiş, maalesef elimizde yokmuş. Bir de Mülksüzler'i merak ediyormuş, bulamamış.

"Nasıl olur" dedim. Ezbere bildiğim yerini tarif ettim. Nokta atışı. Bulamazsa diye kitabın rengini bile söyledim. Alıp geldi. Ergenliğim (en azından hatırı sayılır bir kısmı) bir balya kitap olarak duruyordu elimin altında. Heyecanla konuşmaya başladım. "Bunları seviyorsanız, şunları da okuyun, bakın bunlar muhteşemdir, özellikle bunu okuyun, ütopyalar distopyalar..."

Genç adam yüzüme boş bakıyordu. Farkında olmadan söylediklerimle onu gücendirmiştim galiba. Ya da sanırım sebebini yeni yeni anladığım bir rekabete bürünüvermişti birden. Pasif-agresif bir yerden karşıladı heyecanımı: "Tabi ben sizin kadar okumadım.", "Bilmiyorum" ve ilgisiz bakışlar. Hey dostum sana hava atmaya çalışmıyorum. Gerçekten. Heyecanım boğazımın ortasında kalakaldı. Sonra kitapların fiyatlarını sordu. Söyledim. "Neden bu kadar pahalısınız?" sorusu ve tonuyla az önceki gücenti (evet gücenti, şimdi uydurdum bu kelimeyi) sonrası saldırıya geçti. Hemen her gün karşılaştığım bir soru. Anlatmaya başladım: "Tekel kitapçılar şöyle, böyle, o nedenle onlarla rekabet edemiyoruz, zaten daha pahalı değiliz ama..." Beni dinlemiyordu. Tekrar sözümü kesip başka bir şey sordu.

Sözümün kesilmesine pek tahammül edemiyorum. Heyecanım boğazıma düğümlendiğinde iyi idare ediyordum, hatta saldırıyı bile olgun karşılamıştım sonrasında. Fakat ben bir şey anlatırken beni dinlemediklerinde... ah tanrım.

"Az önce sorduğunuz soruya cevap vermeye çalışıyordum, merak etmiyor musunuz?"

Boş bakışlar:

"..."

"Etmiyorsunuz galiba. Peki. Kitaplarınız şu kadar ediyor. Teşekkürler... İyi günler."

Ne gereksiz bir detayı anlatıyorum değil mi? Mevzuyu çok dert ettiğim falan da yok hani. Sadece bir anekdot.

Bir Ursula kitabı satabildiğim için duyduğum kıvanç, kitabın yerini ezbere bildiğim için duyduğum kıvancın ardından yok olup gitti.

Bugün Ursula'nın ölümünün ikinci yıl dönümü için ne yaptın deseler, mutlu bir satış yaptım bile diyemem. Üzgünüm nine. Ama en azından kitaplarının hangi rafta durduklarını ezbere biliyorum...

...

(Devamı gelebilir...)

25 Ocak 2020 Cumartesi

Hancı'ya Kılavuz - II

(Kılavuz'un ilk kısmı şurada)


13.

Hancı,
Vesile olur.


14.

Hancı,
Özlem çeker.


15.

Hancı, sessizlik ihtiyacını karşılayabileceği bir yer yapmalıdır, kendine.
- sadece kendinin bildiği.
Ki ortalıktan kaybolmak istediğinde,
Kendini bulabilsin.


16.

Hancı,
- en azından bir kaç- şiir bilse,
ezbere.
Hiç fena olmaz.


17.

Han'da sürekli
çay olmalıdır -içmeye hazır, demli.

Bu bağlamda,
Hancı'nın görevi
-olsa olsa-
çaycılıktır.


18.

Han aslında
bir sahnedir.

Hancı da,
Aktör/aktris...


19.

Han ve Hancı'nın zaman algıları görelidir.

(Hancı'nın göreli dünyasında)
Han sabittir.
Hancı ise değişken.

Hancılar değişse dahi,
Han sabit kalır.
-yıkılana değin.

(Han'ın göreli dünyasında)
Hancı,
uzun süre konaklayan bir Yolcudur
sadece.

Han ise Handır.
-sadece.


Foto: Özkan Neşeli, Tilki Yuvası, 2017



20.

Hancı,

Yol'una devam edene değin,
dinelmekte olan bir Yolcu'dur.

Yolcu'nun başka bir sureti.


21.

Hancı,
durur.


22.

23.

24.

Ve o sırada Han'da şu müzik çalmaktadır.

(Son üç maddeyi yazmadığım için bu kılavuzun devamını paylaşmamışım. Belki de Hancı, başladığı bir Kılavuz'u bitiremeyebileceğini de kabullenmelidir. Üç uzun yıl sonunda...)

Üçüncü Aşama: Sentez

Bu blogu yazmaya başlarken bir kılavuz hazırlamıştım önce. Ve bu kılavuzun son maddesinde amaçlar(ım)dan bahsetmiştim. Şimdi bu amaçlara hiç de öngöremeyeceğim bir biçimde ulaştığımı sanıyorum:

- Okyanusa iyi kötü bir damla katkıda bulundum: Yazdıklarımla, yaptıklarımla ve yaşadıklarımla.
- Ateş'im, sönmesini hiç istemezken söndü (Dilediğiniz şeylere çok dikkat etmelisiniz). Şimdi yeniden yakmayı öğreniyorum. Yardım almadan. İlkel koşullarda.
- Amaç'ı tamamen yitirdiğim uzunca bir yıl geçirdim. Sonunda amacın dışarıda bulunabilecek bir şey olmadığını anladım. Şimdi amacı kendi kendime inşa etmeye çabalıyorum.
- Buldum. Aydınlıkta bulacağımı sandığım şeyi en karanlık gecede buldum. El yordamıyla bulduğum şey, ışıkta bulabileceğim herhangi bir şeye göre çok daha derin, çok daha ulvi, çok daha kutsalmış.
- Sustum. Uzunca bir suskunluktan sonra, yeniden konuşabilirim.

Aradan geçen yaklaşık üç yıllık suskunluk sonrası, geçmişte orada burada yazdığım şeyleri paylaşmaya karar verdim. Kimini hiç paylaşmamıştım. Kimini yakın dostlar okudu. Kimini farklı sosyal mecralarda paylaştım. Artık derli toplu durmalarını istiyorum. Tam da burada: Hikâyeyi başlattığım yerde...

...

Fakat artık kılavuz hükmünü yitirdi. Bu, resmi bir ilân.

Bir diyalektik niyeti ile bu ismi oluşturmuştum: Uzakyakın. Bir Sarkaç misali, oradan buraya salınıp duran yıllar sonrasında, artık değişim aşamasına geldik. Sentezden ve dengeden konuşabiliriz artık.

İnsanın ikinci doğumu gibi. İnancı yitirip yeniden bulması gibi. Erginlenme gibi. Egonun yıkılıp da yerine sağlıklı bir egonun inşa edilmesi gibi. Çok derinlerden geliyor bu.

Yaşayacak ne çok şey var. Sabırsız ve heyecanlıyım.

Uzakyakın Hikâyeleri kaldığı yerden devam ediyor...

Fotoğraf: Bu dünyada en kıymet verdiğim insan, ağabeyim Batıgün tarafından çekildi. Uşak, 1997?