19 Ekim 2017 Perşembe

Tilki'yle Arkadaş Olma Kılavuzu - X

Hikâyeyi başından okumak için, sırasıyla; sıfırbirikiüçdörtbeşaltı, yedisekiz ve dokuz


Gün 83: 

Çağım'la yola çıkıp Umut'u da alıp Gökçe ve Edwin'lerde kaldık.

Meditasyon yok. Jeodezik bir ev var.

Gün 84:

Arabanın lastiğinin patlamasıyla başlayan heyecanlı bir macera akşamı bu. Bir filmin en komik ve absürt sahneleri gibi... Jeodezik evden Yuva'ya dönüş pek kolay olmadı, fakat bu talihsizliğe rağmen eğlenebilen üç adam güzel bir anı ekledi belleklerine... Belki başka zaman anlatırım:)

Deyiş'i de hava limanından alıp Yuva'ya dönmeyi -geç de olsa- başardık.

Ne Tilki, ne de meditasyon, hiçbiri yok.

Gün 85:

Bugün duvarın son sırasını tamamladık. Meditasyon yok.

Gün 86-87:

Yorduğum ve yorulduğum günler. Meditasyon yok bir süredir. Aksıyor.

Gün 88:

Çağım gitti ve çok uzun bir aradan sonra kendimle kalacağım (fakat kalamadım, 3 saat sonra Kerem geldi).

Gün batımında Tilki'yi görürüm diye düştüm yola. Fakat göremedim onu. Tanımadığım bir başka kuş gördüm.

Meditasyon denedim, fakat zorlanıyorum.

Bugün tuhaf bir gün. Onca şeyden sonra yalnızlık tuhaf geldi. Hem zor hem hafif. Tuhaf.

Gün 89:

Yuva'nın tepesinde son günler diye çıkıyorum ama çatıyı bir türlü halledemiyorum. Nasıl olacak?

Gün 90:

Bugün meditasyon yok. "Köyden indim şehre" şımarıklığı ile geçti tüm gün, fakat buna ihtiyacım vardı.

...

Nedense (nedense diye yazıyorum ama aldanmayın, aslında sebebini gayet iyi biliyorum ben) son günlerde bir şehir özlemi içindeyim. Uzun zamandır hissetmediğim, hatta unuttuğum -ve tekrar hissedeceğime ihtimal de vermediğim- bir his peyda oldu: İstanbul'a gitmek istiyorum. İstiklal'de boş boş dolaşmak, yeni mekânlar, restoranlar, dükkanlar keşfetmek, sahafları dolaşmak istiyorum. Vapura, tramvaya, hatta fünikülere binmek istiyorum. Çukurcuma'ya gidip Masumiyet Müzesi'nin önünde dikilmek istiyorum biraz. Galatasaray önünde bir arkadaşla buluşmak mesela, ve beni bilmediğim bir yere götürmesi (Meltem veya Alper bunun için biçilmiş kaftan doğrusu!)... Ne anlattığına dair hiç bir fikrim olmayan sanat galerilerine ve bienallere uğramak da istiyorum. Ah tabii, bir Starbucks'a oturup kahve içmeyi de özledim...

Bunu en son 3-4 yıl kadar önce yapmıştım sanırım. Tabii o zamanlar maaşlı ve beyaz-yakalı bir çalışan olduğum -ve hatta İstanbul'daki toplantılar bahanesiyle aldığım harcırahı da istediğim gibi harcayabildiğim için- oldukça rahat keşfedebiliyordum... Bu ihtimalden Uzak'laşalı çok zaman geçti.

Bugün, en azından bu özlemimi biraz bastırmak için İzmir'de dolaşayım dedim. Gündoğdu Meydanı'na yatıp Bulutları izledim. Boş boş yürüdüm; vapura binmek için vapura bindim ve bir kaç tur dolaştım Bostanlı-Alsancak arasını. Bu sırada güzel müzikler de eşlik ediyordu bana. Boş boş baktım çokça. Kendime yeni bir kalem aldım, ve hiç kullanmadığım bir not defterime bir şeyler karaladım -bir liste. Bir kafede otururken ve Mehmet'in çevirdiği kitabı karıştırırken 10 küsur yıldır görmediğim bir arkadaşa, Çağdaş'a, rastladım. Peşinden sürüklendim, hiç oturmadığım bir bara götürdü beni. Yine on küsur senedir görmediğim bir başka arkadaş, Lemihan da oradaydı. Oturup arayı kapatmaya çalıştık, ne kadar kapatılabilirse. Sonra günümüz gençlerinden, müziklerden ve kadınlardan konuştuk. Güzel bir karşılaşma ve tuhaf bir sohbetti. Son olarak Havagazı'nda açık hava sinemasına gittim, konusuna bile bakmamıştım doğru dürüst. Yavaş akan, bir kaç güzel sahne dışında sıkıcı bir film izledim. Fakat açık havada oturmak keyifliydi... Sonra Yuva'nın yolunu tuttum, gerisin geri.

...

İstanbul özlemimi giderdiğimi söyleyemem -ki zaten bunu yapabilmem için hatırı sayılır miktarda bir bütçeye ihtiyacım var. Öte yandan, nicedir kendimle böyle vakit geçirmemiştim. Keyifli hissediyorum.

Eve vardığımda meditasyon yapacak halim yoktu.

Uyudum.

Gün 91:

Meditasyon yok. Haliyle, Tilki de yok.

Gün 92:

Aşk günü.

Bugün Ateş yakmaya karar verdim. Bana kalırsa ilginç olan Ateş'in sadece Aşk'ı harlaması olmadı -hatta sanki bu sadece zamanlama meselesiydi. Bana ilginç gelen başka bir şey oldu. Ateş'e bakarken aklıma geçmişte yaktığım Ateşler geldi. Ve tek tek onları hatırlamaya çalıştım. Sonra fark ettim ki, Likya ve Frig yollarında kendi yaktığım tüm Ateşleri hatırlıyorum. Sadece yaktığım yeri hatırlamaktan da bahsetmiyorum, o Ateşi yakmak için çalı çırpı, dal toplayışımı, Ateş'in kendisini, O'nu izlediğim An'ları, hepsini hatırlıyorum...

Ateş'i bu kadar net hatırladığımı fark etmek, kendimi bir açıdan tekrar hatırlamama da yol açtı. Ateş'le olan ilişkim, bildiğimden daha kuvvetli ve derin. Bunu idrak ettiğimde bir kıkırdama geldi, ve kendimi tutmaksızın güldüm.

Ne olduğumu biliyorum.

Hep biliyordum.

...

Ateş'(im)in başındayım.

Ülker, Boğa ve en altta da Orion yükseliyordu -Güneydoğu'ya doğru hayranlık ve sempati ile onlara bakıyordum. Ateş yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Yeni bir dal parçası koymamıştım. Kadın kalktı. "Üşüyorum" dedi. Gidecek sandım. Gitmesini istemiyordum elbette. Fakat eninde sonunda gidecekti. Yanına yaklaştım, elimi sırtına koydum. Biraz ısıtabilsem belki de gitmezdi.

Sonra sarıldık. Daha önce olduğu gibi; sonsuzluk gibi. Zaman bükülmeye başladı. Kendi kalp atışımı da O'nunkini de hissedebiliyordum.

...

Şükür içindeyim. Bu geceyi unutmayacağım.

foto: https://www.reddit.com/

(Böylece içinde hiç Tilki geçmeyen günler başlamış oluyordu)