27 Şubat 2020 Perşembe

T A N I M

Tanım: Y A L N I Z L I K
Tanım: Tutunduğumuz her şeyin ama her şeyin eninde sonunda patlaması; ne işiniz, ne çocuğunuz, ne eşiniz, ne anneniz. Tutunmak yalan, ama tutunmadan yaşamak da budistnewage ütopyası. Her birimizin büyük çaresizliği.
Tanım: S P A C E
Tanım: Anlamsızlık, özlem, acı, değer bilmemek, aşk, kaybolmuşluk.
Tanım: değişmeyen tek şey değişim demişti adam. hadi oradan; değişmeyen tek şey acı.
Tanım: uydurmaca anlamlarda kesiştiğiniz insanlar zamanla gidebilir, ya da siz gidersiniz; bu normal elbette. Çünkü anlam, değişime muhtaç, doğası gereği... fakat anlamsızlıklarda bulduğunuz insanlar var ya, işte onları kaybetmeyin efendim. Çünkü anlamsızlık baki.
Tanım: Çağrı, davet, niyet, dua, umut.
Tanım: onuncu ay, aynı yer. zaman akıyor, uzay değişmiyor.
Tanım: Ö Z L E M
Tanım: mantığı bırak. babanı bırak. anneni bırak. işini bırak. evini bırak. ahlakı ve değerleri bırak. arkadaşları bırak. sağduyuyu bırak. duyguları bırak. sevgilileri bırak. sonra dönüp bak: A C I .
Tanım: A P E X
Tanım: dönmek.
(Dönüş yolculukları en zorudur, ama en az anlatılan da budur)


(Ad Astra filminin bende yarattığı ruh haliyle 14.10.2019'da yazmıştım. Paylaştığım müzik de, filmde kullanılan parçalardan bir tanesi: Nils Frahm - Says)
.
Acaba geriye dönüş hikâyesi yazabilir miyim, ne dersiniz?

24 Şubat 2020 Pazartesi

Rüyalar - IX

(17 Ocak 2012 yer belirtmemişim. Fakat o tarihlerde Eskişehir'de yaşıyordum.)


(Güncel not: Yine eskilerden bir rüya paylaşıyorum. Eski notlarımdan buldum. O tarihlerde yazdığım rüyalarda çok daha fazla betimleme, net görüntü ve ayrıntılar olması şaşırtıcı. Öte yandan, not aldığım rüyaların sayısının çok az olması da dikkat çekici. Son 1 yılda ise o kadar çok rüyamı not almışım ki...)


Rüyanın başında dağdaki bir çiftlik evine ilerliyorum (bizim evimiz olduğunu biliyorum ama sahip olduğumuz evden çok daha farklı bir ev bu). Yanımda birisi var, kim olduğunu bilmiyorum. Gece, eve yaklaşınca evin tam üzerinde bir UFO olduğunu görüyorum. Ağabeyim aklıma geliyor, eve koşuyorum. O da koşarak dışarı çıkıyor. Uzaylılardan bir kaçma sahnesi yaşıyoruz. Sonrasında dünyanın sonunun geldiğini kabulleniyoruz bir şekilde.

Buradan sonrasında ağabeyim yok. Bundan sonraki kısım aynı duygunun devamını taşımasına rağmen, sanki farklı rüyalar gibi. Belki ikinci bir rüyadır. 

Dünyanın sonunun geldiğini öğrendiğim için çok mutlu oluyorum. Nükleer bir facia ile her şeyin bir anda biteceğini sanıyorum. O nedenle eve gidiyorum (UFO hala çatıda). Bu arada dünyanın sonunun geldiğini o UFO'lardan öğrenmişiz. Eve gidince, artık bunun son olduğundan o kadar eminim ki, klima gibi kocaman bir cihazın karşısına geçiyorum, bu alet radyasyon yapacak ve güya aniden öleceğim. Gözlerimi kapatıyorum ve radyoaktif bir ışık bekliyorum. Ve bunu istiyorum da. Ama ışık gelmiyor. Gözlerimi açıp bakıyorum, değişen bir şey yok. Tekrar kapatıyorum, sonra bir ışık geliyor, fakat yine de ölmüyorum. Bu arada dışarıdaki, dünyadaki tüm insanların da bir kaosa sürüklendiğini biliyorum. Sonra bir an geliyor. Kaosun başladığı an. O an başlayınca klima da çalışıyor. Aniden olmuyor, ağır ağır ortalık ısınıyor. Sonra klimaya dönük tarafımın yandığını hissediyorum. Sol yanım, sol bacağımın yüzü, sol ayağım... Hatta bedenim yanma derecesine gelince o uzuvların üzerinde alev çıkıyor ve çektiğim acıdan dolayı derhal diğer tarafımı dönüyorum. Vücudumda radyasyon yanığı izleri oluşuyor. Bunlar sigara yanığı gibi, koyu renkli delikler. Özellikle sağ tarafımı dönünce hemen ölmek istediğim için uzun süre dayanmaya çalışıyorum. Sağ dizim kömür gibi simsiyah oluyor ve çok acı çekiyorum. Sonra penisim de alev alıp yanıyor. Saçlarımın da yandığını ve çıkan kokuyu hissediyorum. Koku o kadar gerçek ve keskin ki, yanık plastik kokusu gibi. Bunu çok gerçek bir şekilde hissettim. Ama sonra ölemiyorum işte. Kalkıyorum ve (başta hiç kimse olmayan evde) kaotik bir şekilde başka insanların da var olduğunu görüyorum. Ya da ben bir odadan çıkınca insanların içine düşüyorum. Kimi insanların alışveriş yerlerine vs. saldırdığını biliyorum. Klasik bir Holywood filmindeki kaos sahnelerini düşünün. Evdeki insanların bir kısmı kalan zamanını iyi geçirmeye çalışıyor, ya da bir kısmı sağa sola saldırıyor. Tanıdığım yüzler görüyorum. Bir ara bu radyoaktif etkiden daha güçlü bir ölüm yolu bulmak istiyorum. Uçurumdan atlamak gibi şeyler düşünüyorum. Dışarıda herkes ölümden kaçarken buna gitmek isteyen tek kişi benim. Bu arada penisim yandığı için yok ve sağ bacağım korkunç bir halde, ayrıca keskin şekilde yanık kokuyorum. Ama beni gören insanlar şaşırmıyor hiç. Onlara ölümden korkmamaları gerektiğini anlatmak istiyorum, panik olmayın demek istiyorum, fakat anlatsam da faydası olmayacağını biliyorum, bu nedenle kendi işimle ilgilenmeye karar veriyorum. Bir kıyafet gibi bir şeyler buluyorum, kafama huni gibi bir bere takıyorum. Topallayarak yürüyorum ve o evden çıkıyorum. Topallıyorum, çünkü sağ dizim simsiyah ve aksıyor. Dışarısı yine kaotik. Bir ara annemi arıyorum, ne yaptığını soruyorum. Alışverişe gidip parasız alışveriş yapmış, çünkü ne kredi kartı, ne çalışanlar, hiçbir şey yok, düzen tamamen bozulmuş durumda. Eve bir sürü ton balığı almış, "Balık yiyoruz abinle," diyor. Sesi mutlu geliyor, ama ben şaşkınlıkla karışık rüyamda ağlıyorum.

(Ayrıntılar) 

Yandığımı hissettiğim zaman ondan kaçmıştım ve işte bu nedenle hem cesaret eksikliği hem de hayal kırıklığı yaşadım. Anlık bir acıya katlanmayı beklerken ağır ağır yanmaya cesaret edemedim. 

Bir ara G. ablayı da o kaosun içinde gördüğümü anımsıyorum ama nasıl ve neden bilmiyorum. Bir sürü tanıdığım kişi olduğuna çok eminim, ama uyanınca bunların hepsini unuttum. 

Uyandığımda oldukça tuhaf hissediyordum, etkisi geçmeden yazmak istedim, yine de bir çok ayrıntı yitip gitti...

Rüyalar - VIII

(29 Ağustos 2011 İzmir - Eski notlarımdan)

Tüm evrenin ‘üzerimize’ yıkıldığını gördüm defalarca. Oldukça kaotik bir ortam vardı. Tekrar ve tekrar evren üzerimize yıkılıyor, ve tüm yıkılma işlemi bittiğinde işlem başa sarıyordu. Tekrar yıkım başladığında, evrenin ne kadar süre sonra yıkılacağını -bir şekilde- biliyorduk. Her seferinde "işte, son 10 dakikamız kaldı" gibi bir düşünceyi seziyorduk. 

Genelde gördüğüm görüntüler oldukça kanlıydı. Üst üste bir çok farklı yıkımı gördüm ve her yıkımın sonunda ölüyorduk. Ölüyorduk dediğim, ben de dahil tüm insanlar.

Bir defasında evrenin yıkılışını dışarıdan izlemek istiyordum –geceydi. Stadyum gibi neredeyse bomboş ve geniş bir alandan gökyüzüne bakıyorum. Neredeyse tüm yıldızlar görünüyor, çünkü karanlık. Sonra yakınımda bir çiftin aynı şeyi yaparak ölmeyi seçtiklerini fark ediyorum. Gökyüzü her gün gördüğümüzden çok daha renkli. Bir çok yıldız orijinal renginde parlıyor ve dahası; tüm toz kümeleri, bulutsular görünüyor. Bir bulutsuyu ya da kümeyi fark ediyorum. Giderek şekli değişiyor. Başta bir galaksi gibi görünürken, sanki birisi resim çiziyor gibi, giderek bir hot dog’a benziyor. Sonra kalkıp yürüyorum, bir yandan da gökyüzünü izliyorum. İleride A.’yı (üniversiteden erkek bir arkadaşım) görüyorum. Yemek yapmaya çalışıyor. Önünde bir tava ve tabaklar var. Tabaklarda da gayet şık duran et yemekleri. Hâlâ bir şey pişiriyor. O sırada C. (yine üniversiteden diğer bir erkek arkadaş) geliyor, ve tam da benim sormak istediğim soruyu soruyor: “Napıyorsun?” A. yemek pişirmenin verdiği keyifli hal ile cevap veriyor: “Yemek yapıyorum.” C., “Evren yıkılırken neden yemek yapıyorsun?” diye, yine benim sormak istediğim soruyu soruyor. Bu sırada A.’nın yaptığı yemeği çiğnediğimi fark ediyorum. O sırada herhangi bir tat almazken, A., C.’ye de bir tabak uzatıyor ve “Hayatında hiç bu kadar güzel biftek yedin mi?” diye soruyor. O sırada sulu ve az pişmiş kırmızı etin tadı yayılıyor ağzıma. Ve bu evren yıkılıyor. Yıkılırken her şeyin üzerime doğru parçalanarak geldiğini hissediyorum. Yıldızlar kayıyor, ve gördüğüm görüntü sanki yere düşmüş bir porselen gibi, irili ufaklı parçalara ayrılıp büyüyor. 

Bir defasında Go oyuncuları ile birlikte gördüm kendimi. Evrenin yıkılacağını anladığımız için yandaki salona geçiyoruz nedense. Kalabalık var, bir çok insan ayakta. Sanki turnuva var. Ama kimse bir şey yapmıyor. Sanırım bu gördüğüm yıkılış, son gördüğümden bir öncekiydi. Masalarda go taşları ve tahtaları var. Orada bir turnuva yapıldığını, kaliteli Goke’lerden tahmin edebiliyorum. Ayaktayım, salonun ortasındaki boşluğa doğru ilerliyorum. İnsanlar yine yıkımı izlemek için yukarıya bakıyorlar (Halbuki kapalı bir yerdeyiz). O sırada, “Benimle Go oynamak isteyen var mı?” diye soruyorum. Sonra da yıkımı bekleme durumuna tuhaf bir tezat oluşturan şu espriyi ekliyorum “Ama ben uzun düşünürüm...” Yaptığım espriyi anlayan bir grup insan gülümsüyor, bunlara bakarken aralarında N. Bey’i fark ediyorum. Sonra bir masaya yaklaşıp bir Goke’nin kapağını açıyorum. İçinde beyaz taşlar var. Ellerimi içine sokuyorum. Zaten bu duyguyu hep sevmişimdir. Öylece dikilirken karşımda B. ve D.'yi görüyorum. B., D.’nin arkasında ellerini beline dolamış, ikisi de gökyüzüne bakıyor. Üzerlerinde desenli kazakları olduğunu da anımsıyorum (Hangisindeydi acaba? Sanırım B.’nin koyu gri ya da kahverengi ve kare sarmal desenleri olan yünlü hırkası). Onları görünce benim de dikkatim gökyüzüne kesiliyor, dönüp bakıyorum. Bir bina içinde olmamıza rağmen gökyüzünü görebiliyorum. Ve yine öncekilere benzer bir yıkılma olayına tanık oluyorum. 

Bir defasında tanımadığım insanlar arasındaydım. Tuhaf bir şekilde, sanki yıkılma işlemi bittikten sonra yeniden hayata geldiğimizde evren yeniden başlayacakmış gibi bir algıya (ama bu algının yanlış olduğunu biliyorum ben) sahiplerdi. Bu nedenle o evren içinde yaptıkları kötü bir şey, sonraki evren başladığında bilinmeyecekti. Merkez bankası gibi bir yere (daha çok yabancı filmlerdeki büyük bankalara benziyordu) para çalmak için giden çok büyük bir kalabalık vardı ve bankanın “gizli” kısımlarına ulaşmak için ciddi bir koşuşturma içindelerdi. Hem evren yıkılmadan, hem de diğerlerinden önce varıp parayı (ya da başka bir değerli şeyi) çalmak istiyorlardı. Bu beyhude çabalarına tanık olduktan sonra, onlara hiç bulaşmıyorum. Rüyanın bu kısmının devamını tam hatırlamıyorum. Sanki onların yanında fiziksel olarak yoktum da, onları bir şekilde izliyordum. Zaten diğer yıkımlarda gece olmasına rağmen, bu izlediğim insanlar gündüzü yaşıyordu ve sanki Türk değillerdi. Sanki bir çeşit kurgu ile Amerikalıları (ya da Avrupalı mı?) izliyordum. Maddi ve beyhude girişimlerini, ve bunu yaparken birbirlerine nasıl hunharca kıydıklarını izledim. Ve çok ciddi şekilde kanlı görüntüler de görüyordum. Açık mavi gömlekli ve kravatlı bir adamı net anımsıyorum. En önden koşturuyordu. Ve tipi Ben Affleck’e benziyordu. 

Bir defasında bir koridordaydım. Herkes bir yere koşturuyordu. Dışarısı geceydi ve koridor beyaz florasan lambalar ile aydınlatılmıştı. Koşuşturan insanlar dışarı çıkmak istiyordu, ama kapılar kilitliydi. Herhalde tek istekleri evrenin yıkılışını dışarıdan izlemekti, çünkü zaten nereye gidersek gidelim, bundan kaçamayacaktık. Sonra -yine Amerikan filmlerindeki gibi- bir yangın çıkış kapısı görüyordum. Dirseğimle kocaman camını kırıp kapıyı açıyordum. Bu arada kolum kesilmişti. Ama arkamda koşuşturan kalabalık bu kapıdan dışarıya çıkıyordu. Fakat ben dışarı çıkıp bir baktıktan sonra tekrar içeri giriyordum. Bir köşede yere çöktüğümü anımsıyorum. Hatta yanımda bir kalorifer peteği ve üzerinde de kumbara gibi bir şey vardı. Sonrasında ise evren çöküyordu. 

Bir defasında Go topluluğuna benzer bir kalabalıkta annemi de görüyordum. Yakında evrenin yıkılacağını -herkes gibi- bilmesine rağmen, oldukça neşeliydi. Dönüp bana şöyle dedi, “Eğer bu son yıkılma ise, mümkünse en hızlı şekilde öleyim.” Sonra yıkılma sırasında çok kanlı şeyler gördüğümü hatırlıyorum. Binalar çöküyordu. O sırada annemin de çok kanlı bir biçimde öldüğünü gördüm. Üzerine bir şey düşmüştü. Ama istediği olduğu için sanki buna biraz rahatladım. Sonrasını pek hatırlamıyorum. 

Bu yıkılma ya sonuncuydu, ya da ben sonuncuyu görmeden uyanmış olabilirim. Ama sanki bunun sonuncu olduğuna dair bir hisse kapıldığımı sanıyorum.

Rüyalar - VII

(23 Şubat 2020 Eskişehir ve Balık Yeni Ayı)


Porsuk kenarı gibi, ama İzmir'deyiz. İkisinin karışımı bir yer. Kış. Etrafta kar var gibi, ya da çok soğuk. Sanki bir yerlerde çalışıyorum da öğle arasında yemeğe çıkmışım gibi. Öncesi bulanık. Eski sevgilim C. ile öğle yemeğine oturmuşuz. Bir restoranın ikinci katı, çay manzaralı. Nasıl oldu da buluştuk? Bilmiyorum. Olağan geliyor her şey. Önceden konuşup yemeğe sözleşmişiz ve doğallıkla gelmişiz. Bir süre sonra ağabeyim telefon ediyor. O da, bizim oturduğumuz yerden daha ileride başka bir restorana oturmuş. Keşke haberleşseydik beraber otururduk diye düşünüyorum. Hadi gel bize katıl diyorum. Çıkıp geliyor. Onu karşılamak için aşağıya iniyorum. Porsuk'un (ya da ona benzeyen bir çayın) kenarındayız. C. yukarıda masada oturmaya devam ediyordu. Uyandım.

...

Üstteki rüyadan önce bir başka rüya. (Yine) Bir fırtına var. Yanımda bir mentor / hoca var. Biraz üniversitedeki hocam A.'yı andırıyor. Ama o değil, bana mentorluk eden bir çok kişinin karışımı gibi. Hepsinden bir şeyler var bu kişide... Bütün sınıf bir yere gidiyoruz. Kırsalda bir yere benziyor. Sanki bir çeşit gezi ya da ziyaret. Sınıfımdaki herkes yaş olarak küçükler, ortaokul ya da lise öğrencileri gibi. Ben ise o gruba ait olmama rağmen şu anki yaşımdayım. Orman gibi, belki, daha küçük, bir koruluğun yanından geçip daha açık bir alana yürüyoruz. Sonra bir fırtına çıkıyor. Bir yere sığınmamız gerek. Oralarda yaşayan arkadaşım S.'yi anımsıyorum ve grubu o yana yönlendiriyorum. Bunu yaparken kendim karar alıp kendim yönlendiriyorum grubu. Mentor şimdi kayboldu... Umarım S. evindedir. Fırtına şiddetlenmeden eve varıyoruz ve S. evde. Bizi içeri alıyor. Kocaman bir galeri ya da sanat stüdyosu gibi bir ev bu. Çok uzun beton duvarları var, adeta bir sığınak gibi. Tam ihtiyacımız olan şey. S. ile sohbet etmeye başlıyoruz. Dışarıda fırtına şiddetleniyor, içeride bunu deprem gibi hissediyoruz. Fakat ne bana, ne de yanımda gelen küçük arkadaşlarıma bir şey oluyor. Güvendeyiz.

...

En üstteki rüyadan sonra defterimi açıp yarım yamalak hatırımda kalanları yazdım ve tekrar uyudum. Bu sefer çok daha bulanık bir rüya. Bir tatil kasabasındayım. Yine bir grupla beraber gitmişiz, ama gruptan kimse etrafımda değil. Bir macera var, ne olduğunu hiç anımsamıyorum, sadece sahilin gerisindeki karmakarışık labirent gibi yapılardan geçip değişik yerlere girip çıkıyorum ve tanımadığım insanlarla bir münasebetim oluyor. En sonunda o macera her ne gerektiriyorsa onu hallediyorum. Kış mevsimi olmasına rağmen havanın ne kadar sıcak olduğuna şaşırıyorum. Ve kendimi bir çeşit ödüllendirme fikri geliyor: Denize gireceğim. Bu sırada (geçmişte bir dönem yakınlaştığımız, kısa süren ve tuhaf bir sevgililik hali yaşadığım) D.'nin sahilde olduğunu hatırlıyorum. Beraber geldiğimiz grubun bir parçası o da. Onun yanına gidiyorum ve şevkle, "hadi denize girelim," diyorum. Kabul ediyor. Kalkıp sahilin öbür ucuna yürümeye başlıyoruz. Yoldayken D. denize girmek için hiç uygun kıyafetinin olmadığını söylüyor. "O zaman," diyorum, "kasabaya gidelim ve sana uygun kıyafet alalım." Kasabaya doğru yöneliyoruz. Uyanıyorum...

...

Dün akşam meditasyonum öncesinde, yeni ay olduğu için astroloji yorumları dinledim biraz. Eski sevgili C. ile alakalı hâlâ bırakamadığım kimi tortuları fark ettim. Bunları da bırakmamın gerekliliği birden yüzüme çarptı. O yana bakmadığım için tam hissedemediğim bazı duygular kendilerini gösterdiler ve onlara tam olarak hissedebilmek için teslim oldum. Bu hadiseyi de yeni aya bağladım. Duygusal olarak yoğun, ancak daha fazla bırakabildiğim için şükrettiğim bir pratik oldu. En üstte yazdığım rüyada, bir yemek masasına karşılıklı oturabilmeyi buna bağlıyorum. Daha önceki rüyalarda anlattığım özlem, karamsarlık, melankoli, şüphe, kaygı ya da benzeri duygular yoktu. Ben bırakabildikçe rüyalarımda kurduğum ilişkiler de dinginleşiyor gibi geldi. Aynı şekilde yazdığım ikinci (görme sırasına göre ilk) rüyadaki fırtına, yine önceki rüyalarımla paralellik gösteriyor. Bu sefer fırtınadan kurtulabileceğim bir sığınak bulabiliyorum. Ayrıca mentor kayboluyor ve sanki rehberliği ben devralıyorum. Böylece hem kendime hem arkadaşlarıma bir sığınak buluyorum. Eğer bu fırtına kendi içimde yaşadığım ve yüzleşmekten korktuğum şeyleri imliyorsa, artık onlarla nasıl başa çıkacağım konusunda daha bilge bir yerde olabilirim. Korku ve kaygıyı bastırmıyor, bilakis, onlara, sorumluluklarını alarak, hissedilmeleri için alan sağlıyorum. Arkadaşlarımın küçük ama benim kendi yaşımda olmam, bahsettiğim açıklamayı güçlendiren bir metafor olarak yorumlanabilir.

Kısacası, şifalanıyorum. Belki de olgunlaşıyorum. Yahut ben öyle zannediyorum...

...

Balık yeni ayında özlemle bilinmeyene uzanırken şu şarkı düşüyor hatırıma:




21 Şubat 2020 Cuma

Rüyalar - VI

(21 Şubat 2020 Eskişehir)

Bir yaz kampı gibi, nehrin kenarında bir yerdeyiz. Sanki okul bizi oraya götürmüş. Başımızda da bir beden eğitimi öğretmeni varmış. Bir ara nehirde yüzmek için serbest bir zamanımız oluyor. Bazı merdivenlerden inip yapılardan geçiyorum ve nehrin kenarına ulaşıyorum. Nehir yeşil renkli ve Porsuk'tan daha geniş; yaklaşık iki katı. Ayrıca çok derin görünüyor. Bu sırada şiddetli bir yağmur başlıyor ve yavaş yavaş fırtınaya dönüşüyor. Nehir giderek korkutucu görünmeye başlıyor. Nehirde oluşan dalgaları görebiliyorum. Dalgalar giderek büyüyor, şiddetleniyor. Nehire girmekten vazgeçiyorum.

Meğer H. de oralardaymış (Beğendiğim, pek tanımadığım ve yaşı benden hayli küçük bir kadın bu). Oturduğum şezlongta onun eşyaları da varmış: Çantası, bir kaç defter ve kitap. O da nehre gireceği için üzerini değiştirmeye gitmiş. Defterlerden bir tanesinin onun günlüğü olduğunu anlıyorum. Acaba benimle alakalı bir şeyler yazmış olabilir mi diye merak ediyorum ve defteri kurcalamaya başlıyorum. Yaptığımın doğru olmadığının farkındayım, yine de merakım ağır basıyor.

Tanıştığımız günü bulmaya çalışıyorum -çünkü yazdıysa o gün benimle alakalı bir şeyler yazmış olmalı diye düşünüyorum. O sayfayı ararken hiç adıma rastlamıyorum defterde. Sonra tanıştığımız günün 4 Ağustos olduğunu hatırlıyorum -ya da sayfayı bulunca anlıyorum (Ve daha da ilginç olan 4 Ağustos H.'nin doğum günü). Tam sayfayı buldum, acaba ne yazıyor diye bakarken H. geliyor ve elimde defterle yakalanıyorum. "Bunu nasıl yaparsın?!" diyor şiddetle. Durumu ona izah edebilirim diye düşünüyorum, ama bu mantıklı değil, duygularımdan da bahsetmem lazım, yani durumu izah etmek kendimden bahsetmek, kendimi açmak demek. Sonrası bulanık. Bunu düşünürken uyandım, yahut rüya burada sona erdi...

Bu fotoğrafa oldukça benziyordu nehir kenarı.
Sadece hava daha karanlık - akşam üzeri.
Ve nehirde yarım insan boyu dalgalar...



*Önceki rüyalarımda sıkça karşılaştığım büyük su kütlesi (bazan nehir, bazan okyanus, bazan boğaz) bir korkutucu unsur olarak yine yer alıyor (okyanusa girmiş, fakat derinlikten ve karanlıktan ürkmüştüm, bir evden boğaza bakıyor ve fırtınada kabarışını izliyordum, burada ise nehre hiç girmiyorum). Ayrıca mistik Karanlık'ı üzerime çektiğim büyük su kütlesi yerine Orman metaforu olan rüya ile de çokça benzerlik taşıyor.

**İkinci benzerlik, üç ayrı rüyada da beğendiğim kadınların yer alması. Bu, onlarla gerçek hayatımda ne kadar temas içinde olduğumdan bağımsız şekilde oluyor. Birisinde eski sevgilim, birisinde görece yakın bir arkadaşım, birisinde ise pek az tanıdığım bir başka kadın. Tek ortak özellikleri onları beğeniyor olmam gibi görünüyor. Anima arketipine çalışmam gerekiyor belli ki...

***Her rüya için ortak görünen ise şu; kadınlarla (yahut kendi dişil tarafımla) kurduğum ilişki ile karanlığın yahut beni tedirgin eden doğa olaylarının arasında gözle görülür, kuvvetli bir ilişki var. Halbuki dişil yönlerimle ilişki kurabilmek konusunda başarılı olduğumu zannediyordum. Yanılıyor olabilirim. Ya da bu rüyaları bambaşka bir sebepten görüyor olabilirim. Belki de dişil yanımla kurduğum bağ olması gerekenden daha yoğun, ve bir çeşit dengeleyici işlevi olan rüyalar görüyor da olabilirim. Henüz bunu çözemedim...

"Ateş'in var mı ağabey?"

Bugün Taşköprü'de yürürken aklıma ilişiveren/takılıveren/sokuluveren* bir şey oldu.

Dört tane -muhtemelen liseli- kardeşim, metrelerce öteden seslerini işitebileceğim şekilde şakalaşıyor, tam da o yaşların getirdiği fazlaca enerjileriyle birbirlerine dalaşıyorlardı. Ben o sırada bir yandan yürürken bir yandan da ağlamaktaydım (Bir süredir mütemadiyen ağlıyorum). Tam yanlarından geçerken bir tanesi sordu; "Ateşin var mı ağabey?"**

"Yok" dedim, ağlamaklığımı gizleyen kibar ve net bir ifade ile. O saatte ve o soğukta oradan geçmekte olan tek kişi bendim, yani bende "ateş" bulamaması bir yoksunluk yaratmıştı. Şimdi nasıl sigara içeceklerdi... Ama bu onların derdi. Benim derdim başka:

Aklıma ilişen/takılan/sokulan fikir, ateşimin olmamasıydı. (Buradan sonra ateş kelimesini daha kutsal olan Ateş'i kastederek -sana da selam Prometheus- özel isim şeklinde yazacağım). Uzunca bir süredir Ateş'im yok. Ne zaman söndü emin değilim. Yok işte. Söndü. Bitti. Ateş'ime sahip çıkmadığım ve yanlış ellere emanet ettiğim için bunun sorumlusu elbette benim. Ona nasıl sahip çıkacağımı bilmiyor(d)um. Bilmediklerimizden sorumlu muyuz? Ah, elbette sorumluyuz...

"Ateş'in var mı?"

Sigara yakma amacının dışında, bu soruyu bir de hastalanmakta olan kişiye soruyoruz. Ve bence bu çok yanlış.
Bakınız bu çok y a n l ı ş.

(Doğrusu, "Ateş'in yükseldi mi?" olmalı)

"Ateş'in var mı?" sorusu, "Yaşam gücün yerinde mi?" gibi -oldukça derin ve bir o kadar düz- bir anlam içeriyor. Bu soruyu hastalanan birisine değil, sabah gördüğümüz birisine "günaydın" der gibi bir niyetle sormamız gerekiyor. Cevap "Evet" ise, bu iyi bir şey; şükürler olsun. Cevap "Hayır" ise, belki de kendi Ateş'imizden ödünç vermeliyizdir bu kişiye.

Diğer üç elemente kıyasla, elde en zor tutulan, kırılganlığı ve zayıflığı (ve de gücü) en fazla olan element Ateş. Ateş'i fazla olanın Ateş'ini azaltmak, yahut Ateş'i azalanın Ateş'ini harlamak toplumsal bir ödev olmalı. Eğer ben bir Andımız yazsaydım, küçüklerimi korumak ve büyüklerimi saymak yerine "Ateş'ine destek olmak" yazardım. Denge, azizim. Bireysel denge = Toplumsal denge. Yin ve Yang. Kapiş?

Peki toplumsal sistemlerimiz, değer yargılarımız ve iletişim becerilerimiz Ateşdurumlarımızı paylaşmaya imkân vermiyor diye Ateş'imizi onun bunun üzerine mi salalım? (Ha, Dracarys?) Yahut bitti diye kendimizi Toprak'a mı gömelim?

Elbette hayır. Bir zamanlar canım Aruoba'nın fevkalade belirttiği gibi:

"Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…
Ateşinden sorumlusun."

Ateş'i sıfırdan yakmayı öğrenene kadar da bir Ateş'im olacağını pek sanmıyorum. Ödünç Ateş'le bir bok olmadığını öğrendim, şükür. Fakat kendi Ateş'ini yakmak da emek ve adanmışlık istiyor. Şimdi tüm dikkatimi ve niyetimi kendi Ateş'imi yakmağa vereceğim. Bir süre.

Sahi Ateş nasıl yakılır bilen var mı?***

*Aklımda beliren fikir için en uygun fiili seçemedim. O soğukta aklıma gelen bir fikir beynimin ve beremin sıcaklığına sokulmuş olabilir. Öte yandan ben yürürken havada asılı kalan o fikre takılmış da olabilirim. Ya da bu karşılaştığım gençler gibi bana ilişmiş bir fikir de olabilir. Belki de hepsini anlatan tek bir kelime olmaması benim kabahatim olamaz.

**Ağabey demedi, abi dedi. Yine de "ağabey" yazmak iyidir, güzeldir. Ağabey yazan insanları sevin.

*** İlkel koşullarda elbette: Saatlerce bir şeyleri birbirine sürtmek gibi...


Fotoğraflar: Mutlu Ekiz, Kayaköy, 2015?



(09.12.2019'da yazıldı. Ve yaklaşık 3 ay sonra ilk ateşimi yaktım. Çakmak taşı ve Kav mantarı ile...
Ateş yakmayı öğrendiğim kişi bir kadındı. Ve elementlerle ilgili bizi bilgilendirirken Ateş elementinin kendi kendimize -adeta yoktan varedercesine- üretebildiğimiz tek element olduğunu söylemişti. Derin.)

20 Şubat 2020 Perşembe

The Woodspurge

The Woodspurge
By Dante Gabriel Rossetti

The wind flapp'd loose, the wind was still,
Shaken out dead from tree and hill:
I had walk'd on at the wind's will,—
I sat now, for the wind was still.

Between my knees my forehead was,—
My lips, drawn in, said not Alas!
My hair was over in the grass,
My naked ears heard the day pass.

My eyes, wide open, had the run
Of some ten weeds to fix upon;
Among those few, out of the sun,
The woodspurge flower'd, three cups in one.

From perfect grief there need not be
Wisdom or even memory:
One thing then learnt remains to me,—
The woodspurge has a cup of three.


(Türkçe çeviri bulamadım. Bilen varsa ve paylaşırsa çok sevinirim.)

Fotoğraf: Eskişehir, Kasım 2019
Zenit ET, bayat film

The Man Watching

The Man Watching
By Rainer Maria Rilke

I can tell by the way the trees beat, after
so many dull days, on my worried windowpanes
that a storm is coming,
and I hear the far-off fields say things
I can't bear without a friend,
I can't love without a sister.

The storm, the shifter of shapes, drives on
across the woods and across time,
and the world looks as if it had no age:
the landscape, like a line in the psalm book,
is seriousness and weight and eternity.

What we choose to fight is so tiny!
What fights with us is so great.
If only we would let ourselves be dominated
as things do by some immense storm,
we would become strong too, and not need names.

When we win it's with small things,
and the triumph itself makes us small.
What is extraordinary and eternal
does not want to be bent by us.
I mean the Angel who appeared
to the wrestlers of the Old Testament:
when the wrestlers' sinews
grew long like metal strings,
he felt them under his fingers
like chords of deep music.

Whoever was beaten by this Angel
(who often simply declined the fight)
went away proud and strengthened
and great from that harsh hand,
that kneaded him as if to change his shape.
Winning does not tempt that man.
This is how he grows: by being defeated, decisively,
by constantly greater beings.


Translated by Robert Bly

(Türkçe çeviri bulamadım. Bilen varsa ve paylaşırsa çok sevinirim.)

19 Şubat 2020 Çarşamba

Rüyalar - V

(18 Şubat 2020 Eskişehir)

Bir zamanlar Bornova, Özkanlar'da yaşadığımız evde yaşıyorum, yine annem ve ağabeyimle muhtemelen. Fakat altıncı katta değiliz, yere daha yakın, iki veya üçüncü katta yaşıyoruz. Bir arkadaşım geliyor (Bu arkadaşım rüya boyunca hep kimlik değiştirdi, aramda romantik bir ilişki ya da çekim olmayan kadın arkadaşlarıma benzedi. Bazen tanımadığım birisi oldu. Önce M. olarak geldi, sonra bir başkası oldu). Fakat bu arkadaşım meğer rüyada benden hoşlanıyormuş. Ben buna hiç karşılık vermesem de, bu ilgiyi geri çevirmiyorum. Arkadaşımla sohbet ederken bir süre sonra B. geliyor. (B. instagramdan tanıdığım ve hem çok iyi anlaştığım hem de çekici bulduğum bir kadın). Bana sürpriz yapmak istediği için geleceğini haber vermemiş. Balkondan ona bakıyorum, sarı saçlarını, kocaman parlak gözlerini ve kocaman çocuk gülümsemesini görebiliyorum rahatlıkla. Onu gördüğüme içtenlikle seviniyorum. Saçları şu anda olduğundan çok daha kısa kesilmiş, (cinsiyetçi olmadan nasıl ifade edeceğimi bilemedim kusura bakmayın) erkek saçı kadar kısa. Bu saçların ona yakıştığını ve güzelliğini daha da öne çıkardığını düşünüyorum. Balkondan konuşmayı sürdürüyoruz. Bu arada klasik bir İzmir yazı yaşanıyor: Nemli ve bayıltıcı sıcak. B. beni dondurma yemeye götürmek istiyor (Bu cinsel bir gönderme olabilir, fakat ikimiz de dondurmayı gerçekten çok seviyoruz, yani sadece ortak bir ilgi alanının sembolik ifadesi de olabilir). Diğer arkadaşımın varlığını, ve benden hoşlanıyor olduğunu hatırlıyorum. Bu durum biraz canımı sıkıyor, ikisinin aynı anda gelmesi talihsizlik oldu, ve her ne kadar B. ile gitmek istesem de, arkadaşımdan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Sonra ben aşağı inmeyince B. yukarı çıkıyor. Şimdi üçümüz beraber evde oturup sohbet ediyoruz. Onlar durumun farkındalar, fakat pek rahatsız görünmüyorlar. Rahatsızlık duyan benim ve bu durumdan nasıl kurtulabilirim diye düşünürken ufak bir çaresizlik hissiyle uyanıyorum...

17 Şubat 2020 Pazartesi

Rüyalar - IV

(28 Ocak 2019)

Yurt dışında bir yerdeyim. Bir aile evi gibi. Çocuklu bir yabancı var. O ailenin diğer fertleri de var. Kalabalık bir aile gibi yaşıyoruz burada. Arada bir takım olaylar geçiyor, fakat bunlar bulanık. Sonunda bu çocuklu yabancının gitmesi gerekiyor. Onlarla vedalaşmaya gitmiyorum. Vedalaşmak istemediğim için mi? Bana çok içerleyip kızacaklarını da biliyorum. Şimdi civardaki bir çayın yanındayım. Bir işim var diye mi oradaydım yoksa sadece vedadan kaçmak için mi, bilmiyorum. Belki ikisi de. Bu giden yabancı kadınla aramızda romantik bir şey de yok, ama tuhaf bir çekim ve bağ var. Sonuç olarak gidiyorlar. Sonra onların tarafını da -sanki bir film izler gibi- görebilmeye başlıyorum. Ne kadar kırıldıklarını görüyorum. Onlara bir mektup yazıyorum, ya da onlar bana bir mektup yazıyorlar. Fakat mektupla iletişim kurma fikrini düşünürken fark ediyorum ki, adreslerini bilmiyorum...

(29. Ocak 2019)

Köy gibi bir yerde (ki Dalyan'daki Çandır köyün epey benziyor), bir arkadaşıma ait bir evde kalıyorum. Fakat arkadaşımın evinde kaldığımı biliyor olmama rağmen o kişinin kim olduğunu bilmiyorum. Köyde yapılacak olan bir etkinliğe gelmişim. Aslında C. de benimle birlikte gelmiş oraya, ama bu kısmı görmedim, sadece hatırlıyorum. Fakat C. bana küsmüş ve konuşmuyor. Bir kaç gündür köyün başka bir yerinde kalıyor. Etkinlik yüzünden de herkes başka yerlere gitmiş. Köydeki insanlar da sanki oruç zamanı gibi, sabahlara kadar oturuyorlar. O akşam C.'yi arıyorum ve artık beraber kalalım mı diye soruyorum. Gönülsüz, soğuk bir sesle "tamam, geliyorum" diyor. Onunla konuşup gönlünü alabileceğimi düşünerek avunuyorum...

16 Şubat 2020 Pazar

Kökler / Roots

Bu fotoğrafı -muhtemelen- babam çekmiş. Dedem ağabeyimi tutuyor (Ağabey diye yazacağım, siz ağbi diye okuyun). Herhalde yıl 1982 olmalı diye tahminde bulunduk ağabeyimle. Yer Uşak. Ağabeyimin hafızası iyidir, dedi ki, "bizimkiler 90'larda bir fotoğraf makinesine sahip olmuştu." Demek ki burada kullanılan makine ödünç alınmış olmalı. Belki amcamdan almışlardır diye tahmin yürütmeye devam etti ağabeyim...

"Kökler"


Babamdaki fotoğraf yeteneği nereden geliyor bilemiyorum. Adam çok ilginç biri bence. Elini hangi sanat dalına atsa mutlaka işi kıvırıyor. Bu fotoğrafını da çok takdir ediyorum; ışığı ve çerçeveyi pek güzel ayarlamış. Nasıl anlatabilirim? Atmosfere, kıyafetlere, dedemin yüzündeki ifadeye, ağabeyimin kıpırdanıp da yarattığı bulanıklığa, grenlere ve lekelere hastayım. Bu fotoğrafta her şey, tam da olması gerektiği gibi. Eksiği de yok fazlası da... Yine de bu fotoğrafın bende yarattığı başka bir mistik hadise var.

İnterlüd:
Son yıllarda pek çok araştırma yapılmış -birkaç tane kitabın yalancısıyım- diyor ki üç kuşak öncesine kadar atalarımızdan genetik olarak bir çok travma ya da davranış kalıbını, acıları vb. devralıyoruz. O kişileri hiç tanımasak ve onlarla etkileşime girmesek bile, sadece genetik ile aktarımın mümkün olduğundan bahsediyorlar (epigenetik deniyor [ve ilgilisine kitap da önerebilirim.])
İnterlüdün sonu.

Bir süre atalarımdan bana geçen şeylere takmıştım ve acaba hangi travmaları taşıyorum diye düşünüyordum. Yahut 'bu yaşadığım şeylerden ne kadarı bana ait?' Hiç tanıyamadığım (maalesef ben iki yaşımdayken kanserden ölen) dedeme baktığımda bir sürü travma hayal edebiliyorum. Karısıyla yaşadıkları, işi, hastalığı, çocukları, onun da bir zamanlar çocuk olduğu ve muhtemelen bir çok travma ve yoksunluk yaşamış olduğu gerçeği... Sevdiğim bir dostum "o acıları nereden bileceksin ki?" diye sormuştu ihtimal vermeyerek. Öyle bir bilmek değil benim bahsettiğim (ki onları bilmek de mümkün aslında). "İnsan olmanın" ve sürekli mücadele etmenin getirdiği zorluklardan tutun, kendi bildiğim aile hikayeleri, kayıplar, yaslar... Üst üste biniyor hepsi. Ve tam olarak bilmediğim bu acıları da taşıyorum; taşıyoruz hepimiz. Büyükanne ve büyükbabalardan, teyzeler, dayılar, amcalar, halalar ve anne babalardan... herkesten bir şeyler var üzerimizde. Az ya da çok. Tanımlı ya da tanımsız.

Acıları hissetmeye izin verince, değişik bir şeyler olmaya başlıyor. Bir çeşit dua ya da kutsama gibi... sürekli gizlenip saklanan bir sırrın, bir gölgenin, bir kaçışın, bir acının açığa çıkması bu: Şifa.

Dua ederken bir süre sonra tuhaf bir his geldi: Atalarımın desteğini üzerimde hissettim. Ettiğim tüm duaların farkındaydılar ve bana yardım da ediyorlardı. Sanki bir Yıldız Savaşları filmindeki gibi, yan yana dizilmişler, şefkatle bakıyorlardı bana. Bunu görsel bir şeymiş gibi anlatıyorum, fakat anlatması zor, enerjetik ve içsel bir deneyimden bahsediyorum. En çok da bu fotoğrafta gördüğünüz dedemi hissettiğimi sanıyorum. 32 yıldır neredeyse hiç dönüp de atalarıma bakmamıştım. Onları merak etmemiş, onların üzerimde bir tesirleri olabileceğine pek ihtimal vermemiştim. Sonunda, şifa için her yolu denemeye açınca kendimi, hiç bakmadığım bu insanların acılarıyla baş başa kaldım. Onların acılarını hissettim, onların acılarını ağladım, onların acılarını akıttım. Ve bunu yapmaya devam da ediyorum...

Eskiden dua ederken tüm Tanrılara dua ederdim, aklıma gelen her birinin adını zikrederek; Zeus ve şürekasıyla başlar, Ganesha ile Hindu Tanrılarına geçer, sayabildiğim kadar saydıktan sonra da meleklere, ermişlere, aydınlanmışlara, geçmişin, bugünün ve geleceğin tüm Buda'larına dua ederdim. Artık bunlara atalarımı da ekliyorum. En çok da onlar yardım ediyorlar sanki bana. En nihayetinde, aynı Kan'ı yaşatıyorum...

...

Yazgı, kişisel bir şey olamaz. Bu hepimizin Yazgı'sı.

...

Bu fotoğrafın bir adı olacaksa -bir isim koymaya hiç de haddim olmadığını bilerek- ona "Kökler" ismini veriyorum. Ve geç de olsa, köklerime bakıyorum artık.

(13.12.2019)

15 Şubat 2020 Cumartesi

Zamanda Yolculuk Yapabilen Bir Mektup

Yeni bir yıla girmeye on gün kaldı ve bu gece "en uzun gece" idi. Ben de bugünün geçen yıldan akseden tortularını bir kenara bırakmak üzere -ve adeta bu tarihin kozmik bir önemi varmışçasına- bir mektup yazmağa karar verdim. Elbette mütemadiyen #innerchild çalışması yapmak buna sebep olmuş olabilir (Ayrıca litırili artık iki kişi gibiyim. Fotoğraftaki bu çocuk ve ona ebeveynlik yapan ben).




"Sevgili Doğukancık,

Bu fotoğrafta kaç yaşında olduğunu bilmiyorum. Henüz dünyada dört mevsim geçirmemiş bile olabilirsin. Olsun. Yolun en başında sana uzun uzun yazmak, hayatta seni bekleyen mucizeleri ve zorlukları tek tek anlatmak isterdim. Fakat spoiler vermeyi hiç sevmiyorum, ve şu anda ihtiyacın olan şey bu değil.

Her zamanki gibi meraklı olman yeterli. Gözlerini, kulaklarını dört aç, içinde ve dışında olan şeyleri kaçırma. Çok şey oluyor ve olacak. Sadece durup baktığında görebileceğin şeyler... Evet, bu bir nasihat ve aynı zamanda bir kehanet.

Anımsaman gereken önemli tek bir şey var. Tüm bağları ve anlamı yitirdiğinde, dönüp dolaşıp geleceğin yer -sevgili küçük tilkim- elbette tilkinin gerçek yuvası: En içeride ve en dışarıda, tam da sana ait olan biricik o yer. Hangi yoldan gidersen git, sonunda oraya varıyorsun. Okyanusun en dibinde, uzayın sonsuzluğunda ve tüm yaşam isteğini yitirip umutsuz olduğunda aynı karanlık var. Tıpkı anne rahmi gibi: geldiğin/olduğun/oluştuğun yer bu karanlık. Anımsa.

Ve gerçeği -sadece ve sadece- o karanlığın içinde buluyorsun. En karanlık gün sadece bir doğa olayı değil. Bunun idrakine 30 enuzungün sonra varacaksın. Keşfetmedin henüz, farkındayım. Ama z a m a n ın var. Gülmeyi, sevmeyi, yürümeyi ve konuşmayı öğreneceksin. Sonra, zamanı gelince karanlığı da keşfedeceksin, ve dürüst olacağım, bu pek kolay olmayacak - ah, bunu hemen keşfetmen için dünyaları önüne sererdim şu an.

Sana bahşedilen duyguların tadını çıkar. Kurumsal şirketlerden uzak dur. Sosyal medyada çok vakit geçirme. Bağışla. Gün doğumunu izlemek için erken kalk - ya da hiç uyuma. Daha çok dondurma ye. Ve oyun arkadaşlarını fazla ciddiye alma. Kimse seni anlamasa ve sevmese bile ben seni seviyorum ve ben seni anlıyorum. Önemli olan da bu.

Son olarak sana sunulan her şey için minnet göstermeyi unutma (Unutursan da dert etme, ben geçmiş günler için de minnet ediyorum sık sık).

En uzun gecelerinde sana sarılıyorum.
Doğukan ben."



(22.12.2019 tarihinde sosyal medya hesaplarımda paylaştığım şekliyle...)

Rüyalar - III

(14 Şubat 2020 Eskişehir)

Arkadaşım M. bir adada yaşıyormuş ve nüfuzlu bir ailesi varmış. Bütün ada onlara ait. Ayrıca bu nüfuz meselesine ek olarak M.'nin çok iyi bir okuldan mezun olduğunun da farkındayım. Bir vapura binip adaya gidiyorum. Vapurdan inip, doğrudan yaşadıkları köşk gibi kocaman eve çıkabiliyorum. Köşkte biraz vakit geçiriyorum, ailenin diğer üyeleriyle tanışıyor, sohbet ediyorum. Beni sevdikleri izlenimine kapılıyorum: Aidiyet duygusu... Gece oluyor. M. adanın doğu ucundaki kayalıklara gidiyor. Oradan da, zifiri karanlık olmasına rağmen suya atlıyor ve yüzüyor. Ona eşlik etmek istiyorum. Hatta sanırım romantik duygular besliyorum, onu seviyorum ve onun da beni seviyor olduğunu zannediyorum. Öte yandan karanlıkta denize girme fikri ürpertiyor. M.'ye güvenerek giriyorum. Altımda kocaman bir karanlık. Tedirginlik içinde bir süre yüzüyorum. M. açılmış, çok ilerilerde. Bir süre sonra, altımda derinlere uzanan karanlıktan ve bilinmezlikten ürktüğüm için, çıkıyorum denizden. Ve köşke doğru yollanıyorum.

Ertesi gün sabah adadan ayrılıyorum. Kimseyle görüşüp vedalaşmıyorum. Bir sebebi yok gibi, sadece ayrılmam gerekiyor. Sanki olması gereken buymuş da bunu yerine getirmek istiyorum gibi. Yine bir vapura biniyorum. Fakat vapurla bir süre yol aldıktan sonra, sanki ayrılmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. M.'yi tekrar göremedim ve onu görmek istiyorum. Vapurla geriye, adaya dönüyorum. Fakat ne adada ne köşkte hiçbir bir insan yok. Köşkün içine giriyorum, koridorlar boyunca yürüyorum ve daha önce ziyaret ettiğim odaları, salonları ziyaret ediyorum. Bir koridorun ucunda kalan M.'nin odasına bakıyorum. Orada değil. Hiç kimse yok. Geriye dönerken bir televizyon sesi duyuyorum. Kapısı kapalı bir oda var, ve ses oradan geliyor. Sesleri dinliyorum. İçeride yaşlı bir çift olduğunu anlıyorum. Anahtar deliğinden bakıyorum. Fakat hiçbir şey göremiyorum. Sonrası bulanık. Ada ile bir olayım kalmamış, ama M'.yi göremediğim için üzgünüm. Uyandım.




*Dört gün önce gördüğüm bir başka rüya ile benzerlikler taşıyor. M. önceki rüyadaki eski sevgilimin yerini almış. Karanlıkla yüzleşme konusunda bana destek oluyor (Anima?). Fakat bu rüya bir adım daha ileriye gidiyor. Yüzleşme sonrasına dair fikirler veriyor. Seslerini duyduğum, ama anahtar deliğinden baktığımda göremediğim yaşlı çift neyi temsil ediyor? Kendi geleceğimle ilişkileniyor olabilir mi?

12 Şubat 2020 Çarşamba

Albüm Kapakları - II

25.08.2019

Gün 3 - Gözde'nin davetiyle sürüklendiğim albüm paylaşmaca oyununa devam ediyorum. 10 gün boyunca etkilendiğim albümleri paylaşıyorum. Ama bugün kurnazlık yaptım, içinde bulunduğum hallere ilişkin yazdım, üzerine de uygun bir albüm seçtim (Pink Floyd'dan Wish You Were Here). Çünkü anlatasım var, yanımda olmasını çok istediğim birisi var ve müzik de bahane.

Adeta Müzikdesteklizamandayolculukprogramı.
("Ah hayır Dr Emmett Brown, akım kapasitörü değil, sadece müzik.")

Peki sizinle bir farkındalık ânımı paylaşabilir miyim - bu oldukça yeni. Dün akşam Şeyma ile sohbet ediyorken ağzımdan çıkıvermişti, sonra bugün üzerine biraz düşündüm ve ağzımdan çıkanların doğruluğuna kanaat getirdim. Şunu deyivermiştim: "ben bugüne kadar bildiğimi sandığım hiçbir şeyi bilmiyorum". Hayır hayır, Sokratlık etmiyorum. Normal şartlarda mütevazılık göstergesi olup övülmeğe ve övünmeğe değer bir farkındalık gibi geliyor kulağa. Ben de bunun samimi bir itiraf olduğunu fark edince sevinmiştim önce. Fakat üzerine düşünmeye başlayınca bunun ne kadar korkunç olduğunu anladım. 32 yaşına geldim ve hiçbir şey bilmiyorum! Bildiğimi zannettiğim şeyler de bir çeşit oyalamaca ve oyalanmaca imiş - hatta bir adım ileri gideceğim müsaadenizle, basbayağı bir kurmaca imiş. Şimdi kim olduğumu zaten bilmiyordum, ne yapmak istediğimi de kaybettim, yani elbette ayakkabılarımı bağlayabiliyorum ama bundan da şüphe ediyorum artık, çünkü muhtemelen daha iyi, daha pratik, daha bıdıbıdı bi' yöntem var. Kadın cinayetlerini durdurmak ya da yangınların önüne geçebilmek için ne yapacağımı bilmiyorum mesela (Gerçi bunları kimse bilmiyor sanırım). Ya da hayatımı nasıl idame ettireceğimi, bir çocuğun bakımını nasıl üstleneceğimi de bilmiyorum. Çocuğa gelene kadar, herhangi bir ilişkiyi nasıl sürdüreceğimi de bilmiyorum. İnsanlarla iletişim kurmayı bilmiyorum, onlara empati yapmayı da bilmiyorum. Duygularımın önüne geçip de mantıklı kararlar verilebileceğini daha ilk defa bu yıl düşündüm (ve bugüne kadar düşünmediğim için kendimi ayıplıyorum). Dahası, herhangi bir mesleği icra edemiyorum. Bugüne dek yapabildiğimi zannettiğim şeyler de genellikle önce kendimi sonra başkalarını kandırmaktan ibaret oldu: inanmadığım dandik mühendisliğim, ateşimin giderek söndüğü yoga eğitmenliğim, naif topluluk oluşturma girişimlerim, toprak ev yapma ve kırsalda yaşama hayallerim... Dikkatinizi çekti mi: Hiçbirisi nihayete eren şeyler değil. Bırakın bir şeyi nihayete erdirmeyi, ben insanlarla nasıl konuşacağımı bile bilmiyorum ki...

Efendim kör karanlıklar hep övülegelmiştir, çünkü insan kendini iyice kaybedince asıl kimliğini bulur derler (havalı havalı söylemler hep). Ben de çok atıp tutmuştum. Fakat diyeceğim şu ki, bence bu yol yol değil (Tao hiç değil), keyifli olmaması bir yana, tutunacak bir şey de yok. Çorak bir ölüler diyarı. Yangın sonrasında kalan küller ve yanık kokusu. Çöl... Yani elbette bir Kahramanın Sonsuz Yolculuğu döngüsü bunu gerektirirdi, ama insan onca yolu nasıl geri döner?

Şeyma'yla aynı konuyu bugün biraz daha konuştuk ve gerçekten yas duyduğum yeri açık edebildik - ki onun yardımı olmasa edemezdim (şükran): "Öyle yüksek bir ego, benmerkezcilik, zaman zaman narsizm ve kibir ile yaşamışım ki, o kadar zamanı boşa geçirdiğime, bu süreçte kaybettiğim insanlara ve ilişkilere (özellikle de C.'ye) duyduğum yas ve özlem muazzam" (Bu cümleler ağzımdan dökülürken gözlerim dolmaya başladı. Artık ortalık yerde ağlamak yerine müsaade isteyip tuvalete gidip ağlayabiliyorum, buna da şükür).

Hep söylerim, benim gibi kocamanbiregonun hayatında tekrar tekrar vuku bulan temsili konuşma şöyle olurdu, yeniden söyleyeyim: "Afedersiniz biraz kenara çekilebilir misiniz, şuraya da tükürmüştüm de, onu da yalayacağım."

Bugüne dek iddia ettiğim, ukalalık ettiğim, bildiğimi sandığım ve aslında bilmediğim her şey için öncelikle kendimden özür diliyorum. Kendimi henüz affetmedim (çünkü yitirdiğim şeyler çok kıymetliydi ve ben kıymetini bilmedim). Yine de, tükürdüğüm her şeyi yalayıp en baştan başlayabilir miyim?

Belki de gerçekten hiçbir şeyi bilmediğini insanın kendine itiraf etmesi iyi bir başlangıç noktası olabilir ("Bu noktaya 32 değil de 20 yaşımda gelmiş olmak için sahip olduğum her şeyi vermeye hazırım Dr Brown."). Kaldı ki aslında bunu (da) bilmiyorum -ve hâlâ kendimi öldürmediğime göre- zamanla öğrenme ihtimalim var.

Peki bu yas duygusuyla daha ne kadar yaşamak zorundayım?

Özlem, bitebilen bir şey mi?

(Sevgili C.'nin özlemiyle kaleme alındı)

Sonnot: Albüme ilişkin yazabileceğim 5 paragraf daha var. Fakat bu başka bir duygulanım içeriyor. Şu an, o an değil. Albümü daha önce dinlemediyseniz bir şans verin. Yani sonuçta tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi grubundan bahsediyorum. "Oh yo hayır, bu kadar iddialı değil Doğukan, hayır değil. Bunu bilmiyorum. Hayır, hiçbir şey bilmiyorum..."





30.11.2019

Gün 4 - Aradan üç ay geçti, ama başladığım bir albümpaylaşmacaoyununu üçüncü günden bırakmadım, hayır. ("On gün ve on albüm dedik. Hangi sıklıkla olacağını söylemedik ya!")

Dışarıdan görünenler hemen hemen her zaman aldatıcıdır (hayır bazen de değildir ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek bambaşka bir bilgelik gerektirir) ve 'şeylerin' kendi zamanlamaları vardır. Şeyler; oluşlar, ilişkiler, bulutlar, duygular, açılmalar, kapanmalar, sükût ve benzeri.

Yazma zamanı geldiğinde yazılır, paylaşma zamanı geldiğinde de paylaşılır, tıpkı 'akşam yemeğine tüm aile beraber oturur' gibi. Fakat ben bir çok şeyden anlamadığım gibi, z a m a n lamadan da pek anlamam doğrusu. Daha çok anlayabilir olmak isterdim -tüm samimiyetimle söylüyorum- ama 32 yıldır bi' bok anlamadım. Dahası, azıcık bildiğim şeyler var idiyse de onlar da birbirine girdiler. (Yine de bugün okuduğum bir çocuk kitabında bilgece söylenmiş bir kaç lakırdı işittim, iletmek boynumun borcudur: "Yaşadığımız, zamanın kendisi değildir. Yaşadığımız, geçen zamanı değerlendirme biçimimizdir.)

Sahi, albümden bahsedecektim değil mi. Dördüncü gün için seçtiğim albüm The Cranberries'in Bury The Hatchet albümü. Albümün anlamı pek hoş; "savaş baltasını göm" diyor. Albüm 1999 yılında çıktı. Ben o zamanlar elbette bundan bihaberdim. Henüz, kısmen sevimli, bir insanevlâdı idim, ...sanırım. Sonra bir şey oldu. Şey; ergenliğe girdim. Aslında önce The Cranberries ile mi tanıştım ve ergenliğe mi girdim, yoksa ergenliğe zaten girmiştim de sonra mı bu grupla tanıştım bilmiyorum. Fakat bunlar birbirinden bağımsız değişkenler değillerdi. Birbirlerini tuhaf ölçülerde etkilemişlerdi. Bunu kanıtlayamam, sadece ne zaman bu albümü dinlesem kendimi 2001-05 yılları arasında yatılı bir okulun kuytu köşelerinde, üzerimde bulundurmanın yasak olduğu walkman'imde bu şarkıları dinlerken buluyorum. Animal Instinct ile başlayan melankoli dört şarkı boyunca devam ediyor. Dolores ne zaman "Do you know you made me cry?" diye sorsa bir ağlama yükseliyor içimden. Loud and Clear çalarken yalnızlığımın coşkusunda boğuluyorum. Ne saçma. Fakat duygu(m) bu. Herkesin her şeyi yanlış anladığından -ve benim doğru anladığımdan- o kadar eminim ki... sözlere dökemediğim bir kibiri yaşıyorum. Kabına sığmayan bir kibir. Yine de katı bir kap içinde -henüz. Üçüncü şarkıyla beraber (Promises) gitar riff'leri duygularımı coşturuyor. Kadıncağız kim bilir ne anlatıyor; ve ben sözleri hiç merak etmiyorum. Dolores'in sesi de bir enstrüman ve bana sadece duymak istediklerimi anlatıyor: Bir türlü ifade bulamayan duygularım.

Beşinci şarkı -Just My Imagination- gelene kadar yoğun duygu iniş ve çıkışları devam ediyor. Sonra biraz dinginleşiyorum. Shattered çalmaya başladığında aklıma gelen tek 'anıduygu' şu; kalorifer dibindeki yatağımdayım, dışarıda çirkinİzmiryağmuru var, yorganı başıma çekmişim, sadece yasak olan walkman'in yakalanmasından korkmuyorum, duygularımı da gizlemek istiyorum oraya. Çünkü onlarla ne yapacağımı bilmiyorum.

Sonra Desperate Andy geliyor. Sanki bu albüme ait olmayan bir şarkı bu. Alıp bambaşka bir yere savuruyor. Arabayla yolculuk yaparken elini camdan dışarıya çıkartmak gibi. Rüzgâra bırakıyorum duyguları. Tatlı tatlı inip çıkıyorlar ve ben bunu izlerken mest oluyorum. Yine de hâlâ o değişmeyen kibir orada, kendini hissettiriyor: "Ben anlıyorum, ben biliyorum, ben."

Ve Copy Cat geldiğinde sinsi kibir kendine çıkacak bir delik buluyor sonunda, kendini salıyor: Nasıl oluyor da etrafımdaki bu kadar insan saçma sapan şarkılar, türküler dinliyor da BUNU dinlemiyor. Anlamıyorlar. Anlamıyorlar. Anlamıyorlar. Anlamıyorum (Ve şarkının ne anlattığını da hâlâ bilmiyorum).

Aradan yıllar geçiyor. The Cranberries biraz unutuluyor. Yeni keşifler, yeni şarkılar. Dahası walkman'ler çöpe gidiyor, CD çalarlar da arkasından, sonra mp3 player da gidiyor. Herhangi bir albümü baştan sona dinlemiyorum bile artık. Sanki çok geçmişte kalmış gibi. Ama duygular müziklerle aynı hızda değişmiyor artık. Kibirim hâlâ duruyor. Öfkem, anlaşılmayı bekleyen taraflarım, hepsi duruyor. İnsanın kendisini ifade etmesi neden bu kadar zor? İfade etmeyi ola ki başardık, peki dinlemek ve duymak neden bu kadar zor? Bazı fikirlerim var ama, elbette; bilmiyorum.

Daha önce belirttiğim gibi, ben hiç bir şey bilmiyorum. Bildiklerimi bilmiyorum, bilmediklerimi de bilmiyorum. Hiç bir şey bilmiyorum. Sadece başkalarını duymaya -eskibanakıyasla- biraz daha fazla çaba harcıyorum -samimiyetle- ama bunu da beceremiyorum ki.

Neyse. Başta dediğim gibi; her şeyin bir zamanı var. Ve herhangi bir şeyin zamanının gelmesine biz faniler karar veremiyoruz. Durup dinlemekten başka yapacak pek bir şey kalmıyor. Şimdi beklemeyi öğreniyorum...



Albüm Kapakları - I

13.08.2019

Gün 1 - Gözde 10 gün boyunca etkilendiğim albümlerden paylaşayım diye bi oyuna soktu. Normalde hiç sevmem ama 3-5 güzel albüm paylaşmak için iyi fırsat bence. Gerçi "açıklamasız, sıralamasız, sadece albüm kapağı." diye not düşmüş ama benim bişiler yazmamam mümkün mü? Ha bir de benim de 10 gün boyunca birilerini bu oyuna çekmem lazımmış. Gönüllü var mı?

Ilk albüm tabii ki Beirut - The Flying Club Cup

Kendisiyle tanışmam 2009 yılı efendim. Eskişehir'de yaşıyorum, Varuna Gezgin'ler hala bu kadar ünlü olmamış, başka şehirlere taşınmamış ve lokal markamızla gurur duyuyoruz. Hatta inanır mısınız sadece cafe olarak hizmet verenleri bile var. İşte o cafelerden bir tanesi muhteşem bir köşeye kurulmuş, öğrenciye tost ve çay indirimi yapıyor ve ben ders çıkışlarında bisikletime atlayıp buraya geliyorum. Bir kaç dostla sessiz bir anlaşmamız var sanki, akşamüzeri birbirimizi hiç telefonla aramadan burada buluşuyoruz, go oynuyoruz. Gelmeyeni aramıyoruz, nasıl olsa yarın gelir... Bence hayatın akışı böyle olmalıydı zaten, kimseyle randevulaşmadan ve makul büyüklükte bir kentte 'kendiliğindenbuluşmalar'la bir devinim, çat kapı uğramalar, biraz teklifsizce, biraz modernbirey sınırlarını aşan, belki biraz fazla samimiyet gibi görünen fakat ardında biraz taşralılık barındıran bir naiflik... ya da belki biraz daha zorlasak bize uygun bir Friends tadı yakalayacağız neredeyse ama new york çok büyük ve biz taco nedir bilmeyiz azizim. Belki tantuni.

Bir mp3 çalarım vardı galiba. Bir bu albümü bir de bundan önceki, Gulag Orkestar'ı yüklemiştim. Zaten 128 MB kaç şarkı ediyor hepi topu... Milyon kez loop'a alıp da albümü dinlerken şu an tam olarak tarif edemediğim ve edemeyeceğim duyguyla karıştı hepsi. Efil efil, ferah, özgür ama melankolik bir his: "Muhteşem şeyler yaşıyorum ama yalnızlık duygusu içten içe beni kemiriyor." ya da "hala kocaman bir ergen olarak beni anlayın istiyorum ama bir yandan da anlamayın istiyorum ama aslında bunları bilinçli de düşünmüyorum" gibi ya da bazı tınıların verdiği coşkulu yükselmelerde "gelecekte çok güzel şeyler olacak vallahi, hayatım muhteşem ve daha muhteşem olacak" diye hissederken sezgisel bir yerlerden gelen gerçeklerin göğsüme hafifçe oturması gibi...

Geceleri kalkar Eskişehir'in boş sokaklarında bisiklete binerdim. Sessiz boş sokakları severdim çok. 70 TL'ye aldığım ikinci el siyah ve oldukça ağır bir bisikletim vardı. Hiçbir hırsızın çalmaya tenezzül etmeyeceğini bilirdim ama yine de korkardım, ya çalınırsa diye kilitlerdim hep. Porsuküstü köprülerden geçmeyi severdim bir de. Ve en güzel manzara 9. köprüdeydi. Uzun uzun dikilip çayın dingin akışını seyrederdim, kulaklarımda da bu albümden bir şeyler dönerdi hep.

Bu albümü daha da muhteşem yapan, her bir şarkı için La Blogothèque'in çektiği Take Away Show'lardır kanımca. In the Mausoleum için çekilen kayıt öyle muhteşemdir ki, gelecekte öyle bir evde öyle müzik yapabildiğim arkadaşlarım olsa diye coşup ağlardım. Zach'ın sondaki gülüşünün tınısı ezberimdedir hep. Tabii o zamanlar yurt dışına çıkıp bohem bir yaşama erişeceğimi, her istediğimin akışkanlıkla gerçekleşeceğini filan zannediyordum. Hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir hayalin YouTube'da milyon defa izlenmesiydi bu. Şimdi bir ukuleleyi elime almış Postcards From Italy'nin girişini çalmaya çabalarken komik ve umutsuz görünüyorum.

2012'deydi herhalde, bu adam(lar) konsere geldi(ler) İstanbul'a, Kuruçeşme'ye. O vakit içten içe platonik bir aşk yaşadığım bir dostumla gittik konsere. Hiç de konser sevmeyen ben, o abuk kalabalığa, saçma ışıklara, dikkat dağıtan gürültüye rağmen, o anda, tam o anda hayatımın ne kadar muhteşem olduğunu düşünüp coşku ve mutlulukla ağlamıştım. Sık sık hatırladığım bir anı.

Şimdilerde fark ediyorum da, yaş aldıkça daha melankolik bir hale geliyorum galiba. Fakat bu içerilere iyice sızmış, yerleşmiş bir duyguya dönüşüyor. Dingin, yaygın ve sanırım biraz da olgun bir melankoli bu.





14.08.2019

Gün 2 - Gözde'nin davetiyle sürüklendiğim albüm paylaşmaca oyununa devam ediyorum. Facebook'ta çok kimsenin 3 cümleden fazlasını okumadığını ve hatta paylaştığım albümleri dinlemediğinin farkındayım. Ama bir şeyler anlatasanız gelmişse, gelmiştir. Ve evet, benim anlatasım geldi. Albüm kapakları paylaşmak oldukça iyi bir altyapı sağlıyor.

Oyun 10 gün sürecek. Normalde hiç sevmem ama dedim ya, anlatmaya bahane arıyorum. Gerçi "açıklamasız, sıralamasız, sadece albüm kapağı." diye not düşmüş ama benim bişiler yazmamam mümkün mü? Bir de 10 gün boyunca birilerini bu oyuna çekmem lazımmış. Ponzi oyun şemasına benzeyen şeyleri oldum olası sevmem. Başkasını etiketleyip ne reddedilme riskini alacağım ne de gönülsüz birisini hatır pahasına bu şeye sürükleyeceğim (Gerçi anlam ziyadesiyle yok olmuşken ne fark eder?) Ben yine de efendiinsan taklidi yapıp "gönüllü var mı?" diye soruyorum işte...

İkinci albüm Bonobo'dan geliyor: Black Sands*. Bu bir sıralama değil. Yani evet Beirut açık ara farkla birinci her zaman ama sonrasını pek düşünmedim. Ben böyleydim zaten. Sonrasını hiç düşünmeden yaşadım. Bugün de bunu anlatacağım ve bu temaya en uygun düşen şarkılar bu albümde bulunuyor. Ha eğer bir sıralama yapsaydım ikinci albüm olarak bir Pink Floyd albümü seçerdim. Peki, o önümüzdeki günlere kalsın.

2017 yılına kadar kendimi hep cesur bir insan olarak tanımlamıştım. Daha doğrusu ben kendimi tanımlamamıştım. Bu, etrafımdaki insanların bana yönelttikleri ve benim sorgulamadan kabul ettiğim bir sıfat oldu: Cesur. Her şeyi sorgulamaya bu kadar bayılırken bunu neden sorgulamadım dersiniz? Tahmin edin! (Bu sosyal medya ortamı tanıdığım tanımadığım herkese açık bir yer olduğu için cevabı fısıldayarak vereceğim: "Çünkü hoşuma gidiyordu.") Bir çok insanın cesaret etmediği şeylere atladım hep. Küçükken maymun gibi parkta oradan oraya zıplar, yükseklerden atlar, dilim sarkana dek koşardım. Öğretmenlere sorulmayacak soruları sormayı da severdim zaten. Ama dikkat, anarşist ruhlu falan değilim, her daim kurallara sadık kalmışımdır. İyi eğitilmiş bir köpekten farksızım çoğunluk. Sadece kuralları sevmiyor(d)um. Zihnim soru sormaya odaklanmış durumdaydı (Var ya şimdi moda olan nöroplastisite mevzusu, hah onu diyorum).

Paraşütle atlarken, dağlarda oradan oraya uzun yürüyüşler yaparken ya da otostoba çıkarken hiç bir zaman iyi planlamalar yapmadım. Başıma bir şey gelmeden atlattığım için şanslıydım. Evet, şanslı. Kaybolurdum ama hemen yolumu buluverirdim. Esrarengiz bir Pan ya da Ganesha yardım ediyordu sanki hep. Ama cesur muydum? Asla. O halimi doğrulukla ifade eden sıfatı keşfettim sonunda: Ben pervasızdım. Çünkü cesaret, korktuğunuz zaman takındığınız tavır ile ilişkilidir. Ben ise, basitçe; korkmuyordum. Eğer korku duymuyorsanız orada cesaretten söz edemeyiz. Böylece pervasız bir hayat yaşayıp durdum. Korkunun ne olduğunu erken yaşlarda öğrenen bir çok arkadaşım daha temkinli ve makul hayatlar yaşarken ben bir uyuşturucu müptelası gibi duygu ve dürtülerimin ardından savrulmakla meşgul oldum yıllardır. Bağımlısı olduğum şey maddeler değil, duygulardı.

(Devamı belki başka bir albüme, belki hiç bir zaman...)

*Albüme adını veren 12. şarkı Black Sands'in özel bir yeri var elbette. Seda ile 2015 Nisanı'nda yaptığımız Likya Yolu yürüyüşünü kendi belleğime kazımak için bu şarkıyı kullandım. Böylece şarkıyı ne zaman dinlesem kendimi denizde yüzen lahitlerin yanında, Apollonia antik kentinin ölüm sessizliğinde, Gelidonya Feneri'ne ulaşmanın romantik zafer duygusunda ya da genel olarak, daha önce yürüyüş deneyimi olmayan bir kadını sürükleyip de dağ dağ, tepe tepe dolaştırma pervasızlığını gösterebildiğim o zamanlarda buluyorum. Pan niyetine keçiler eşlik ediyor bize ve her gün Ateş yakıyorum. Sanki olmam gereken yerdeyim...

Yaşamımın hep bu duyguyla akacağını zannediyordum. Ve elbette, yanılıyordum.




11 Şubat 2020 Salı

Rüyalar - II

(10 Şubat 2020 Eskişehir)

Bir kasabanın eşiğine gidiyoruz. Bir kaç kişi var, birisi rehber. Aynı zamanda spiritüel bir rehber. Etrafta çok eski taşlar var. Hepsi Karanlıkla ilişkili. Boy boy taşlar, grimsi renklerde, kiminin üzerinde kadim bir lisana ait yazılar, kiminde kabartma gibi suretler... Bulunduğumuz caddenin (ki bu son cadde) karşısında bir orman başlıyor. Burası sadece kasabanın değil, dünyanın da sonu gibi. Hava soğuk, etrafta kar var.

Karanlıkla yüzleşmek, onun bir şekilde rahatlaması için ona ifade alanı açmak ya da onu asırlardır saklandığı yerden serbest bırakabilmek için bir seremoni varmış. Rehber bize bunu nasıl yapacağımızı tarif ediyor ve gösteriyor. Diğerleriyle beraber yaptığı hareketleri yapıp söylediği mantravari sözleri tekrarlıyorum. Sözlerin bize bir anlamı yok gibi geliyor, ama içten bir yerden biliyorum ki bu kadim bir dil, çıkardığım her ses içimde titreşiyor. Ve bu, yavaş yavaş karanlığı bize doğru getiriyor. Gözlerimi kapatıyorum. Şehrin ötesinden, ormandan gelen karanlığı hissediyorum. Adeta bir karabasan gibi üzerime çöküyor.

Üzerime çöken şeyi görmüyorum. Ama hissediyorum. Güçlü ve karanlık varlıklar bunlar. Sayıları çok fazla. Nasıl tarif edebileceğimi bilmiyorum bu hissi. Ursula'nın Atuan Mezarları'nı okurken kafamda şekillenen şeyler tam olarak. Sanki ruhsal bir seviyede temasa giriyoruz. Başlangıçta onlarla cesurca yüzleşiyor gibiyim. Fakat kontrolü bir şekilde kaybediyorum. Ya da kaybediyoruz hepimiz. Artık Karanlık güçler serbest kaldılar ve çok güçlüler...

Sonraki bir sahnede, şehirdeyim ve gece. Karanlık güçler artık salınmış, bunun bilincindeyim. Ve tekrar bana gelecekler diye korkuyorum. Karanlığı hissetmeye başlıyorum yeniden. Kaçmaya çalışıyorum. Destek aramaya yelteniyorum. Önüme çıkan bir apartmanın korunaklı deposuna sığınıyorum. Yarım kat yeraltında olan garaj gibi geniş bir depo. Tek başımayım ve yoğun şekilde kaygılıyım. Karanlık çok güçlü. Baş edemiyorum. Korkuyorum ve desteğe ihtiyacım var...

Aynı uykuda gördüğüm sonraki bir rüya, aynı tema ile devam ediyor. Aradaki bağlantı kopuk. Karanlık güçler hâlâ serbest. Annemin evine yakın, bilmediğim bir ormanın kıyısındayım. Karanlık güçler aynı ormanda. Fakat orada korunan bir yer varmış. Ağaçların koyu gölgesinde, hafifçe bir tepe. Ve orada eski sevgilim C. var. Yanına çıkmak için ondan izin istiyorum. Biraz şüpheci davransa da, merhamet gösterip izin veriyor. Korunaklı yerdeyiz şimdi, o az daha ötede. Benimle konuşmuyor. Uzun bir süre onu bekliyorum. Uzunca sabır gösterebildiğim için sanırım, benimle iletişime geçiyor. Böylece sohbet etmeye başlıyoruz. Onu çok özlediğimi, yeniden birlikte olmamız gerektiğini hissediyorum, fakat bunu teklif dahi edemeyecek bir durumda olduğum için acı çekiyorum. Çünkü böyle bir ihtimal yok. Elimden sadece beklemek geliyor, ben de bekliyorum. Bu sırada ikimizin de çıplak olduğunu fark ediyorum. Fakat cinsellik ya da şehvet barındıran bir çıplaklık değil bu. İnanılmaz doğal ve rahat bir çıplaklık. Zaten olduğumuz halimiz buymuş gibi. Adem ile Havva çıplaklığı gibi... Yüzüstü uzanıyorum. Hem çektiğim duygusal acının hem de Karanlık güçlerin bendeki tesirinin farkında olduğu için bana masaj yapıyor ve sanki şifalanıyorum. Fakat sonra gitmesi gerekiyor, ben yüzümü dönemeden bir anda gidiyor. Onu özlemeye başlıyorum. Ve yoğun bir özlem duygusu ile uyanıyorum...

C. ile oturduğumuz tepe, bu fotoğrafı andırıyordu.

Rüyalar - I

(02 Aralık 2019)

Bir süredir rüyalarımdan bilgelik dileniyorum. Bilincime ve etrafımdaki insanlara artık güvenmediğim için -adeta ilahi bir güce sığınırcasına- bilinç dışı denen şeye güveniyorum. Henüz buna ne kadar sırtımı yaslamalıyım bilmiyorum, çünkü sınanmadı. Fakat hemen her gece bilinç dışımdan bana "ne yapmam gerektiğini" anlatacak bir rüya göndermesi temennisi ile yatıyorum. Tarot kartlarına güvenmekten ya da I Ching'ten pek de bir farkı yok gibi. Neyse asıl bu sabah gördüğüm rüyayı anlatacağım. Adeta hayatımın kısa bir özeti gibiydi...

Büyükçe bir araç kullanıyorum. Kamyonet ya da karavan gibi. Araçta başkası var mı bilmiyorum. Bunu uyandığımdan beri bir türlü hatırlayamıyorum. Sanki var gibiydi, ama varlıkları önemsizdi belki de. Bu araçla mis gibi -şehir dışında ve orman kenarı- bir yoldan giderken, birden ileride bir grup polisin yolu kestiğini görüyorum. 'Nedense' onlara yakalanmamam gerekiyor. Bir suç işlediğimden filan değil, sadece öyle. Beni durdurmamalılar. Sonra onlardan kurtulamayacağımı anlayınca üstlerine sürmeye karar veriyorum. Öldürmek niyetinde filan da değilim, sadece "madem onlardan kurtulamıyorum, o zaman onlardan kurtulayım" diye düşünüyorum. Gaza kökleyip üstlerine doğru sürüyorum ve adeta bir çizgi film absürtlüğü ile aniden yana çekiliyorlar -hiç biri zarar görmüyor- ve ben dosdoğru ormana dalıyorum, bir ağaca çarpıyorum ve araba pert oluyor. Yaralanıyorum ama asıl yakalandığım için üzülüyorum.

Rüyalarımda otorite olan ilişkimin bu kadar açık bir sembolizm ile anlatıldığına pek şahit olmamıştım. Uyandıktan sonra bir süre bu rüyanın anlamını düşündüm. Bildiğim bir gerçeği yüzüme vuruyordu sadece. Otorite figürlerinin tek bir yara bile almamış olması daha da can sıkıcı. "Peki" dedim, kendi kendime, "sevgili bilinç dışım, acaba otorite ile olan bu derdimi nasıl çözeceğim?"

Ve tekrar uyudum.

İkinci rüyamda (kadın) bir arkadaşım saçlarımı kesiyordu. Sebebi yok. Kesmesi gerekiyordu. Ben de bunu yadırgamıyordum. Fakat her seferinde yamuk ve yanlış kesiyordu ve eşitleyebilmek için daha fazla kesmesi gerekiyordu. Yaptığı hatalara ve giderek kısalan saçlarıma karşı duygusuzdum. Bir miktar teslimiyet hâli. Ona boyun eğiyordum ve saçlarım giderek kısalıyordu. Sonuna yaklaştığımızda hala saçlarım eşit değillerdi ve saçlarımı kazımasına karar veriyordum. Hayatında ilk defa ustura kullanacak olan arkadaşım kafatasıma ufak tefek kesikler atarak saçlarımı kazımaya başladı. Bir defasında uyarmak durumunda kaldım; "usturayı dikey değil yatay kullanmalısın." Sonrası biraz bulanık. Madem vücudumdaki kıllardan kurtuluyorum o zaman her yerimi traş etmeliyim diye düşünerek banyoya gidiyordum...

(Bu bana Powder filmindeki karakteri hatırlattığı için onun fotoğrafını koydum)

Sorduğum soruya bir cevap gibi görünüyor, yine de yorumlamakta zorlanıyorum. Bu da böyle bir anımdı. İyi geceler...





(20 Ocak 2020)

Günaydın,

Şimdi size rüyamdan bir kesit anlatacağım. Çünkü neden olmasın. Evet.

Yaşadığım kıtapçı-ev'de bir kitap buluyorum. E Yayınları'nın eski kitapları gibi. Ciltli, şömizli ve... eski. Sanki 60'lardan kalma gibi. Kapağında turuncu saçlı güzelce -muhtemelen Avrupalı- bir kız var. Kitabı okumak istiyorum ama bir yandan da hayal kırıklığına uğrayacağımı düşünüp okumuyorum. İlk sayfada künye bilgilerinde bir telefon numarası var. Bir kaç kişiye gösteriyorum, numara 222-4030 gibi bir şey. Diyorlar ki 4000 ile 4030 arası tüm numaralar kitabın sahte olduğunu gösterir.

Üzülüyorum, anlam veremiyorum. İnternetten arıyorum, kitap gerçekmiş. Okumaya başlıyorum.

Kitap bayat bir edebiyata sahip. Yine de biraz sürükleyici ve neler olacağını merak ediyorum. Çünkü sanki kitap geçmiş aşk yaşantılarıma bir ışık tutuyor gibi. Şöyle bir cümleye gelince duruyorum, ana karakter eski sevgilisine söylüyor: "Eğer kırk yaşına geldiğinde bir saksağan kartalı görürsen, o zaman bir daha beni asla göremeyeceksin demektir."

O esnada bu hayvanı bir su kenarında görüyorum. Kartal-kafası olan büyük bir papağana benziyor. Bembeyaz ve kafası sarı. Tuhaf bir uçuşu var.

Kitaptan başımı kaldırdığımda dışarıda bir fırtına başlıyor (evin manzarası İstanbul boğazına bakıyor şimdi ve bir arkadaşımın eviymiş meğer, ve evde kimse yok).

Pencereleri kapatıp çay koymaya gidiyorum. Dolaptan kristal bir bardak seçiyorum, çünkü normal bardaklar yok. Çay da bi' değişik, egzotik bir siyah çay.

Şimdi çay içeceğim. Iyi günler...



(Her iki rüya Facebook ve Instagram'da paylaştığım halleriyle burada yer alıyor.)

9 Şubat 2020 Pazar

Amos'tan Kaunos'a (ya da Bir Aşığın Günlüğünden Sonsuz Tümceler)

Bedenimde kuvvetli bir şekilde hissettiğim bu his ne? Karnımın hemen üzerinde, orada var olan, sürekli rahatsız eden, kendini hatırlatan ve beni ortaya atan o his ne? Ya da kim? 

"Seni dönüştürmek istiyorum."

...

Bugün B.'ye şunları yazdım:

"Dün akşam yine 'keşke burada olsan' anı yaşadım uzunca. Amos'a yürüdük gün batımında. Dolunay'da, Amos'un denize uzanan burnunun en ucunda kayaların üzerine oturduk. Bir yandan vakti zamanında Kaunos'a gidip gelen gemicileri düşündüm. Bir yandan hayatımda gördüğüm en müthiş mehtap vardı, ya da başka türlü söylemem gerekirse, ayın şavkı vuruyordu denize. Bir an, suyla ateşin bir arada olabileceğine dair bir görsele de dönüştü, çünkü denizin üzerindeki ışıklar sonsuz kıvılcımlar gibiydi. Ve çok hakim bir tepedeydik, mehtap çok uzun, geniş, büyüktü. Meditasyon yapamayacağım kadar harika bir manzaraydı. Hafif esintinin üzerimde bıraktığı hissi de anlatamam muhtemelen. Uzun süre oturduk, ayrı kayaların üzerinde. Bir gün beraber buraya gelelim B., yine bir dolunaya denk gelsin."

B. de şöyle cevapladı bunu:

"Amos'tan çıkamamış gibi hissediyorum. Böyle sanki oradaydım ama bu his de sıkıştırıyor, madem oradaydım neden fiziksel bir boyutta değildi bu. Amos'ta buluşmak için sözleşmek iyi geldi ama sanırım. Belki biraz orada yaşayanları düşlemek güzel olur. Onların dolunayda ayın şavkıyla nasıl başa çıktıklarını anlarız belki."

Şimdi aşağıda anlatacaklarımı B.'ye yazamadım, ama onların ayın şavkıyla nasıl başa çıktıklarını anlatabilirim:

Amos'lular ayın şavkıyla başa çıkmıyorlardı. Aşkın akıp gitmesine izin veriyorlardı. Bu, başa çıkılabilecek bir his değil çünkü. 

Uzun uzun B.'ye bakmaktan başka hiç bir şey istemiyorum şu anda. Ne ara bu kadar aşık oldum ben?

Peki özlemi dönüştürmek mümkün mü? Bir şeyler yazmak geçici bir hafifleme sağlıyor belki, ama kalıcı bir şeye dönüştürmek mümkün mü bunu? Bazen merak ediyorum, Taj Mahal gibi yerler de tam olarak böyle bir his uğruna mı yapıldı acaba? Aşklarının kalıcı olmasını mı istemişlerdi?

Fakat kalıcı olan sadece estetik bir taş yığını. Aşkları ve o yoğun hisleri nerede şimdi?

...

Amos'tan Kaunos'a giden bir gemicinin hikâyesini yazabilmek isterdim. Belki geride bıraktığı aşkını, ya da Kaunos'ta varacağı başka bir aşkı anlatmak isterdim. Belki deniz yolculuğunu betimlerdim uzun uzun. Kahraman, denizin köpüklerine bakardı uzun uzun, Amos'u geride bırakırken. Belki de Kaunos'taki büyük gösteriye davetliydi o da, tüm diğer yoldaşları ya da tayfası gibi. Belki de o gösteride içilecek şarapları taşıyorlardı pentekonteraları ile. Gece dolunayda Ege nasıl görünüyordu acaba? Yola çıkmadan Poseidon için adak adamışlar mıydı? Amos'un görkemli surları nasıl görünüyordu uzaktan? Geceleri şehir ne kadar da sessizdi? Kaunos'a vardıklarında ışıl ışıl tunçtan kıyafetleriyle gördüler mi liman muhafızlarını, o yüksek gözetleme kulelerinde? Liman kalabalıktı. Kent bir koşturmaca içinde miydi acaba, civar kentlerden gelen misafirleri ağırlamak için? Hamam çok kalabalıktı muhakkak. Dilenciler de bu fırsatı değerlendirmek için şehir meydanına akın etmişti. Kaunos, Amos'tan çok daha büyük bir polis, yaşıyordu.

Belki de hiç kimsenin okumayacağı şeyler yazmaya başladım. Karşılığını bulamayan ve akamayan aşkım gibi, okuyucusunu bulamayan anlatılar. Okunmayan hikâye sadece bir sözcük dizisi değil mi? Hikâyeler yaşamalı, aşklar yaşanmalı...

Zeus bana güç versin, beklemeye devam edeceğim.

...

Sana söylemek isteyip de söylemediğim onca şeyi ne yapacağım? İçim dolu. Ve taşamıyor.

Seninle biraz sohbet edebilmek için bir mesaj atmak neden bu kadar zor? Bir günaydın demek, yahut bir iyi geceler, neden bu kadar zor?

Bir ergenin günlüklerine benziyor olmalı yazdıklarım, sonuçta dönüp dolaşıp 14 yaşıma döndüm galiba.

Sabah güne yoga yaparak başladım sevgili B.. Sıcak henüz bastırmamıştı, 6:30'da kalktığımda güneş doğalı muhtemelen on beş dakika geçmişti. Geçtiğimiz günlerde senin de oturduğun bu verandada yoga yaptım. Bazen ortalığa boş boş bakıp senin varlığından burada ne kaldığını sezmeye çalışıyorum. Fazla değil, sadece bir kaç gün önce bu verandadaydın. Aldığın ve verdiğin nefesler buradaydı. Gördüklerin ve işittiklerin burada. Düşüncelerin ve duyguların da burada. Ben de onların arasında, buradayım şimdi.

Dün akşam uzunca bir süre S.'yi düşündüm. Aramızda giderek yok olan bağın farkındalığı ile, uzun bir süre göz yaşı döktüm.

Kurduğum her ilişkinin sonu böyle mi olacak?

...


Bir Amos manzarası


(2017 Temmuzu'nda kaleme alınmıştı.
İsimlerin değişip de duyguların pek değişmemiş olmasına şaşıyorum şimdi...)

İki Aşk Hakkında

İki ayrı zamanda, iki ayrı biçimde, iki ayrı kadına aşık oldum.

En azından ben böyle olduğunu zannediyorum.

Birisi, sessizliği paylaşmak istiyordu benimle. Konuşup sessizliği bozduğumda sanki günah işlemişim gibi hissediyordum. Onun yanındayken hep çok konuşuyordum.

Diğeri, konuşmak istiyordu benimle. Uzun uzun anlatmamı istiyordu. Geçmişte bıraktığım hikâyeleri hatırlayıp anlatmalıydım ona. Ve sanki hiç yeteri kadar anlatmıyordum. Ben henüz kim olduğumu bilmediğim için, hangi hikâyeyi anlatacağımı da bilemedim. Sessizdim.

Sessizlik-seven, öyle bir sarılıyordu ki, tüm cümlelerin yerini alıyordu sarılmak. Bu öyle bir sarılma ki, bir An içinde sonsuzluğu hissettiriyordu.

Konuşmayı-seven, dokunmaktan kaçınıyordu. Çünkü yaraları vardı, ve dokununca yeniden kanıyorlardı. Belki de bu nedenle konuşuyordu, ve çok güzel konuşuyordu doğrusu. Kelimeleriyle, sesinin tınısıyla ve ahengi ile sarılıyordu bana.

Sarılmayı-seven, sarılmayı bıraktığında, hava soğuyordu ve ben üşüyordum. Birden yarım kalmış hissediyordum, bugüne değin hiç hissetmediğim bir yoksunluk.

Sesi-güzel, konuşmayı bıraktığında hava soğuyordu ve ben üşüyordum. Birden derin bir hüzün çöküyordu: sessiz bir yalnızlık. Bugüne değin çok defa hissettiğim türden bir yalnızlık. 

Ne sarılmanın etkisi, ne güzel sesin tınısı geçip gitti: İkisini de taşıyorum hâlâ.

Aşk hakkında konuşmak...
2015, Şile


(2017 Eylül'ünde kaleme alındı)