Gün 1 - Gözde 10 gün boyunca etkilendiğim albümlerden paylaşayım diye bi oyuna soktu. Normalde hiç sevmem ama 3-5 güzel albüm paylaşmak için iyi fırsat bence. Gerçi "açıklamasız, sıralamasız, sadece albüm kapağı." diye not düşmüş ama benim bişiler yazmamam mümkün mü? Ha bir de benim de 10 gün boyunca birilerini bu oyuna çekmem lazımmış. Gönüllü var mı?
Ilk albüm tabii ki Beirut - The Flying Club Cup
Kendisiyle tanışmam 2009 yılı efendim. Eskişehir'de yaşıyorum, Varuna Gezgin'ler hala bu kadar ünlü olmamış, başka şehirlere taşınmamış ve lokal markamızla gurur duyuyoruz. Hatta inanır mısınız sadece cafe olarak hizmet verenleri bile var. İşte o cafelerden bir tanesi muhteşem bir köşeye kurulmuş, öğrenciye tost ve çay indirimi yapıyor ve ben ders çıkışlarında bisikletime atlayıp buraya geliyorum. Bir kaç dostla sessiz bir anlaşmamız var sanki, akşamüzeri birbirimizi hiç telefonla aramadan burada buluşuyoruz, go oynuyoruz. Gelmeyeni aramıyoruz, nasıl olsa yarın gelir... Bence hayatın akışı böyle olmalıydı zaten, kimseyle randevulaşmadan ve makul büyüklükte bir kentte 'kendiliğindenbuluşmalar'la bir devinim, çat kapı uğramalar, biraz teklifsizce, biraz modernbirey sınırlarını aşan, belki biraz fazla samimiyet gibi görünen fakat ardında biraz taşralılık barındıran bir naiflik... ya da belki biraz daha zorlasak bize uygun bir Friends tadı yakalayacağız neredeyse ama new york çok büyük ve biz taco nedir bilmeyiz azizim. Belki tantuni.
Bir mp3 çalarım vardı galiba. Bir bu albümü bir de bundan önceki, Gulag Orkestar'ı yüklemiştim. Zaten 128 MB kaç şarkı ediyor hepi topu... Milyon kez loop'a alıp da albümü dinlerken şu an tam olarak tarif edemediğim ve edemeyeceğim duyguyla karıştı hepsi. Efil efil, ferah, özgür ama melankolik bir his: "Muhteşem şeyler yaşıyorum ama yalnızlık duygusu içten içe beni kemiriyor." ya da "hala kocaman bir ergen olarak beni anlayın istiyorum ama bir yandan da anlamayın istiyorum ama aslında bunları bilinçli de düşünmüyorum" gibi ya da bazı tınıların verdiği coşkulu yükselmelerde "gelecekte çok güzel şeyler olacak vallahi, hayatım muhteşem ve daha muhteşem olacak" diye hissederken sezgisel bir yerlerden gelen gerçeklerin göğsüme hafifçe oturması gibi...
Geceleri kalkar Eskişehir'in boş sokaklarında bisiklete binerdim. Sessiz boş sokakları severdim çok. 70 TL'ye aldığım ikinci el siyah ve oldukça ağır bir bisikletim vardı. Hiçbir hırsızın çalmaya tenezzül etmeyeceğini bilirdim ama yine de korkardım, ya çalınırsa diye kilitlerdim hep. Porsuküstü köprülerden geçmeyi severdim bir de. Ve en güzel manzara 9. köprüdeydi. Uzun uzun dikilip çayın dingin akışını seyrederdim, kulaklarımda da bu albümden bir şeyler dönerdi hep.
Bu albümü daha da muhteşem yapan, her bir şarkı için La Blogothèque'in çektiği Take Away Show'lardır kanımca. In the Mausoleum için çekilen kayıt öyle muhteşemdir ki, gelecekte öyle bir evde öyle müzik yapabildiğim arkadaşlarım olsa diye coşup ağlardım. Zach'ın sondaki gülüşünün tınısı ezberimdedir hep. Tabii o zamanlar yurt dışına çıkıp bohem bir yaşama erişeceğimi, her istediğimin akışkanlıkla gerçekleşeceğini filan zannediyordum. Hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir hayalin YouTube'da milyon defa izlenmesiydi bu. Şimdi bir ukuleleyi elime almış Postcards From Italy'nin girişini çalmaya çabalarken komik ve umutsuz görünüyorum.
2012'deydi herhalde, bu adam(lar) konsere geldi(ler) İstanbul'a, Kuruçeşme'ye. O vakit içten içe platonik bir aşk yaşadığım bir dostumla gittik konsere. Hiç de konser sevmeyen ben, o abuk kalabalığa, saçma ışıklara, dikkat dağıtan gürültüye rağmen, o anda, tam o anda hayatımın ne kadar muhteşem olduğunu düşünüp coşku ve mutlulukla ağlamıştım. Sık sık hatırladığım bir anı.
Şimdilerde fark ediyorum da, yaş aldıkça daha melankolik bir hale geliyorum galiba. Fakat bu içerilere iyice sızmış, yerleşmiş bir duyguya dönüşüyor. Dingin, yaygın ve sanırım biraz da olgun bir melankoli bu.
14.08.2019
Gün 2 - Gözde'nin davetiyle sürüklendiğim albüm paylaşmaca oyununa devam ediyorum. Facebook'ta çok kimsenin 3 cümleden fazlasını okumadığını ve hatta paylaştığım albümleri dinlemediğinin farkındayım. Ama bir şeyler anlatasanız gelmişse, gelmiştir. Ve evet, benim anlatasım geldi. Albüm kapakları paylaşmak oldukça iyi bir altyapı sağlıyor.
Oyun 10 gün sürecek. Normalde hiç sevmem ama dedim ya, anlatmaya bahane arıyorum. Gerçi "açıklamasız, sıralamasız, sadece albüm kapağı." diye not düşmüş ama benim bişiler yazmamam mümkün mü? Bir de 10 gün boyunca birilerini bu oyuna çekmem lazımmış. Ponzi oyun şemasına benzeyen şeyleri oldum olası sevmem. Başkasını etiketleyip ne reddedilme riskini alacağım ne de gönülsüz birisini hatır pahasına bu şeye sürükleyeceğim (Gerçi anlam ziyadesiyle yok olmuşken ne fark eder?) Ben yine de efendiinsan taklidi yapıp "gönüllü var mı?" diye soruyorum işte...
İkinci albüm Bonobo'dan geliyor: Black Sands*. Bu bir sıralama değil. Yani evet Beirut açık ara farkla birinci her zaman ama sonrasını pek düşünmedim. Ben böyleydim zaten. Sonrasını hiç düşünmeden yaşadım. Bugün de bunu anlatacağım ve bu temaya en uygun düşen şarkılar bu albümde bulunuyor. Ha eğer bir sıralama yapsaydım ikinci albüm olarak bir Pink Floyd albümü seçerdim. Peki, o önümüzdeki günlere kalsın.
2017 yılına kadar kendimi hep cesur bir insan olarak tanımlamıştım. Daha doğrusu ben kendimi tanımlamamıştım. Bu, etrafımdaki insanların bana yönelttikleri ve benim sorgulamadan kabul ettiğim bir sıfat oldu: Cesur. Her şeyi sorgulamaya bu kadar bayılırken bunu neden sorgulamadım dersiniz? Tahmin edin! (Bu sosyal medya ortamı tanıdığım tanımadığım herkese açık bir yer olduğu için cevabı fısıldayarak vereceğim: "Çünkü hoşuma gidiyordu.") Bir çok insanın cesaret etmediği şeylere atladım hep. Küçükken maymun gibi parkta oradan oraya zıplar, yükseklerden atlar, dilim sarkana dek koşardım. Öğretmenlere sorulmayacak soruları sormayı da severdim zaten. Ama dikkat, anarşist ruhlu falan değilim, her daim kurallara sadık kalmışımdır. İyi eğitilmiş bir köpekten farksızım çoğunluk. Sadece kuralları sevmiyor(d)um. Zihnim soru sormaya odaklanmış durumdaydı (Var ya şimdi moda olan nöroplastisite mevzusu, hah onu diyorum).
Paraşütle atlarken, dağlarda oradan oraya uzun yürüyüşler yaparken ya da otostoba çıkarken hiç bir zaman iyi planlamalar yapmadım. Başıma bir şey gelmeden atlattığım için şanslıydım. Evet, şanslı. Kaybolurdum ama hemen yolumu buluverirdim. Esrarengiz bir Pan ya da Ganesha yardım ediyordu sanki hep. Ama cesur muydum? Asla. O halimi doğrulukla ifade eden sıfatı keşfettim sonunda: Ben pervasızdım. Çünkü cesaret, korktuğunuz zaman takındığınız tavır ile ilişkilidir. Ben ise, basitçe; korkmuyordum. Eğer korku duymuyorsanız orada cesaretten söz edemeyiz. Böylece pervasız bir hayat yaşayıp durdum. Korkunun ne olduğunu erken yaşlarda öğrenen bir çok arkadaşım daha temkinli ve makul hayatlar yaşarken ben bir uyuşturucu müptelası gibi duygu ve dürtülerimin ardından savrulmakla meşgul oldum yıllardır. Bağımlısı olduğum şey maddeler değil, duygulardı.
(Devamı belki başka bir albüme, belki hiç bir zaman...)
*Albüme adını veren 12. şarkı Black Sands'in özel bir yeri var elbette. Seda ile 2015 Nisanı'nda yaptığımız Likya Yolu yürüyüşünü kendi belleğime kazımak için bu şarkıyı kullandım. Böylece şarkıyı ne zaman dinlesem kendimi denizde yüzen lahitlerin yanında, Apollonia antik kentinin ölüm sessizliğinde, Gelidonya Feneri'ne ulaşmanın romantik zafer duygusunda ya da genel olarak, daha önce yürüyüş deneyimi olmayan bir kadını sürükleyip de dağ dağ, tepe tepe dolaştırma pervasızlığını gösterebildiğim o zamanlarda buluyorum. Pan niyetine keçiler eşlik ediyor bize ve her gün Ateş yakıyorum. Sanki olmam gereken yerdeyim...
Yaşamımın hep bu duyguyla akacağını zannediyordum. Ve elbette, yanılıyordum.
Oyun 10 gün sürecek. Normalde hiç sevmem ama dedim ya, anlatmaya bahane arıyorum. Gerçi "açıklamasız, sıralamasız, sadece albüm kapağı." diye not düşmüş ama benim bişiler yazmamam mümkün mü? Bir de 10 gün boyunca birilerini bu oyuna çekmem lazımmış. Ponzi oyun şemasına benzeyen şeyleri oldum olası sevmem. Başkasını etiketleyip ne reddedilme riskini alacağım ne de gönülsüz birisini hatır pahasına bu şeye sürükleyeceğim (Gerçi anlam ziyadesiyle yok olmuşken ne fark eder?) Ben yine de efendiinsan taklidi yapıp "gönüllü var mı?" diye soruyorum işte...
İkinci albüm Bonobo'dan geliyor: Black Sands*. Bu bir sıralama değil. Yani evet Beirut açık ara farkla birinci her zaman ama sonrasını pek düşünmedim. Ben böyleydim zaten. Sonrasını hiç düşünmeden yaşadım. Bugün de bunu anlatacağım ve bu temaya en uygun düşen şarkılar bu albümde bulunuyor. Ha eğer bir sıralama yapsaydım ikinci albüm olarak bir Pink Floyd albümü seçerdim. Peki, o önümüzdeki günlere kalsın.
2017 yılına kadar kendimi hep cesur bir insan olarak tanımlamıştım. Daha doğrusu ben kendimi tanımlamamıştım. Bu, etrafımdaki insanların bana yönelttikleri ve benim sorgulamadan kabul ettiğim bir sıfat oldu: Cesur. Her şeyi sorgulamaya bu kadar bayılırken bunu neden sorgulamadım dersiniz? Tahmin edin! (Bu sosyal medya ortamı tanıdığım tanımadığım herkese açık bir yer olduğu için cevabı fısıldayarak vereceğim: "Çünkü hoşuma gidiyordu.") Bir çok insanın cesaret etmediği şeylere atladım hep. Küçükken maymun gibi parkta oradan oraya zıplar, yükseklerden atlar, dilim sarkana dek koşardım. Öğretmenlere sorulmayacak soruları sormayı da severdim zaten. Ama dikkat, anarşist ruhlu falan değilim, her daim kurallara sadık kalmışımdır. İyi eğitilmiş bir köpekten farksızım çoğunluk. Sadece kuralları sevmiyor(d)um. Zihnim soru sormaya odaklanmış durumdaydı (Var ya şimdi moda olan nöroplastisite mevzusu, hah onu diyorum).
Paraşütle atlarken, dağlarda oradan oraya uzun yürüyüşler yaparken ya da otostoba çıkarken hiç bir zaman iyi planlamalar yapmadım. Başıma bir şey gelmeden atlattığım için şanslıydım. Evet, şanslı. Kaybolurdum ama hemen yolumu buluverirdim. Esrarengiz bir Pan ya da Ganesha yardım ediyordu sanki hep. Ama cesur muydum? Asla. O halimi doğrulukla ifade eden sıfatı keşfettim sonunda: Ben pervasızdım. Çünkü cesaret, korktuğunuz zaman takındığınız tavır ile ilişkilidir. Ben ise, basitçe; korkmuyordum. Eğer korku duymuyorsanız orada cesaretten söz edemeyiz. Böylece pervasız bir hayat yaşayıp durdum. Korkunun ne olduğunu erken yaşlarda öğrenen bir çok arkadaşım daha temkinli ve makul hayatlar yaşarken ben bir uyuşturucu müptelası gibi duygu ve dürtülerimin ardından savrulmakla meşgul oldum yıllardır. Bağımlısı olduğum şey maddeler değil, duygulardı.
(Devamı belki başka bir albüme, belki hiç bir zaman...)
*Albüme adını veren 12. şarkı Black Sands'in özel bir yeri var elbette. Seda ile 2015 Nisanı'nda yaptığımız Likya Yolu yürüyüşünü kendi belleğime kazımak için bu şarkıyı kullandım. Böylece şarkıyı ne zaman dinlesem kendimi denizde yüzen lahitlerin yanında, Apollonia antik kentinin ölüm sessizliğinde, Gelidonya Feneri'ne ulaşmanın romantik zafer duygusunda ya da genel olarak, daha önce yürüyüş deneyimi olmayan bir kadını sürükleyip de dağ dağ, tepe tepe dolaştırma pervasızlığını gösterebildiğim o zamanlarda buluyorum. Pan niyetine keçiler eşlik ediyor bize ve her gün Ateş yakıyorum. Sanki olmam gereken yerdeyim...
Yaşamımın hep bu duyguyla akacağını zannediyordum. Ve elbette, yanılıyordum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder