12 Şubat 2020 Çarşamba

Albüm Kapakları - II

25.08.2019

Gün 3 - Gözde'nin davetiyle sürüklendiğim albüm paylaşmaca oyununa devam ediyorum. 10 gün boyunca etkilendiğim albümleri paylaşıyorum. Ama bugün kurnazlık yaptım, içinde bulunduğum hallere ilişkin yazdım, üzerine de uygun bir albüm seçtim (Pink Floyd'dan Wish You Were Here). Çünkü anlatasım var, yanımda olmasını çok istediğim birisi var ve müzik de bahane.

Adeta Müzikdesteklizamandayolculukprogramı.
("Ah hayır Dr Emmett Brown, akım kapasitörü değil, sadece müzik.")

Peki sizinle bir farkındalık ânımı paylaşabilir miyim - bu oldukça yeni. Dün akşam Şeyma ile sohbet ediyorken ağzımdan çıkıvermişti, sonra bugün üzerine biraz düşündüm ve ağzımdan çıkanların doğruluğuna kanaat getirdim. Şunu deyivermiştim: "ben bugüne kadar bildiğimi sandığım hiçbir şeyi bilmiyorum". Hayır hayır, Sokratlık etmiyorum. Normal şartlarda mütevazılık göstergesi olup övülmeğe ve övünmeğe değer bir farkındalık gibi geliyor kulağa. Ben de bunun samimi bir itiraf olduğunu fark edince sevinmiştim önce. Fakat üzerine düşünmeye başlayınca bunun ne kadar korkunç olduğunu anladım. 32 yaşına geldim ve hiçbir şey bilmiyorum! Bildiğimi zannettiğim şeyler de bir çeşit oyalamaca ve oyalanmaca imiş - hatta bir adım ileri gideceğim müsaadenizle, basbayağı bir kurmaca imiş. Şimdi kim olduğumu zaten bilmiyordum, ne yapmak istediğimi de kaybettim, yani elbette ayakkabılarımı bağlayabiliyorum ama bundan da şüphe ediyorum artık, çünkü muhtemelen daha iyi, daha pratik, daha bıdıbıdı bi' yöntem var. Kadın cinayetlerini durdurmak ya da yangınların önüne geçebilmek için ne yapacağımı bilmiyorum mesela (Gerçi bunları kimse bilmiyor sanırım). Ya da hayatımı nasıl idame ettireceğimi, bir çocuğun bakımını nasıl üstleneceğimi de bilmiyorum. Çocuğa gelene kadar, herhangi bir ilişkiyi nasıl sürdüreceğimi de bilmiyorum. İnsanlarla iletişim kurmayı bilmiyorum, onlara empati yapmayı da bilmiyorum. Duygularımın önüne geçip de mantıklı kararlar verilebileceğini daha ilk defa bu yıl düşündüm (ve bugüne kadar düşünmediğim için kendimi ayıplıyorum). Dahası, herhangi bir mesleği icra edemiyorum. Bugüne dek yapabildiğimi zannettiğim şeyler de genellikle önce kendimi sonra başkalarını kandırmaktan ibaret oldu: inanmadığım dandik mühendisliğim, ateşimin giderek söndüğü yoga eğitmenliğim, naif topluluk oluşturma girişimlerim, toprak ev yapma ve kırsalda yaşama hayallerim... Dikkatinizi çekti mi: Hiçbirisi nihayete eren şeyler değil. Bırakın bir şeyi nihayete erdirmeyi, ben insanlarla nasıl konuşacağımı bile bilmiyorum ki...

Efendim kör karanlıklar hep övülegelmiştir, çünkü insan kendini iyice kaybedince asıl kimliğini bulur derler (havalı havalı söylemler hep). Ben de çok atıp tutmuştum. Fakat diyeceğim şu ki, bence bu yol yol değil (Tao hiç değil), keyifli olmaması bir yana, tutunacak bir şey de yok. Çorak bir ölüler diyarı. Yangın sonrasında kalan küller ve yanık kokusu. Çöl... Yani elbette bir Kahramanın Sonsuz Yolculuğu döngüsü bunu gerektirirdi, ama insan onca yolu nasıl geri döner?

Şeyma'yla aynı konuyu bugün biraz daha konuştuk ve gerçekten yas duyduğum yeri açık edebildik - ki onun yardımı olmasa edemezdim (şükran): "Öyle yüksek bir ego, benmerkezcilik, zaman zaman narsizm ve kibir ile yaşamışım ki, o kadar zamanı boşa geçirdiğime, bu süreçte kaybettiğim insanlara ve ilişkilere (özellikle de C.'ye) duyduğum yas ve özlem muazzam" (Bu cümleler ağzımdan dökülürken gözlerim dolmaya başladı. Artık ortalık yerde ağlamak yerine müsaade isteyip tuvalete gidip ağlayabiliyorum, buna da şükür).

Hep söylerim, benim gibi kocamanbiregonun hayatında tekrar tekrar vuku bulan temsili konuşma şöyle olurdu, yeniden söyleyeyim: "Afedersiniz biraz kenara çekilebilir misiniz, şuraya da tükürmüştüm de, onu da yalayacağım."

Bugüne dek iddia ettiğim, ukalalık ettiğim, bildiğimi sandığım ve aslında bilmediğim her şey için öncelikle kendimden özür diliyorum. Kendimi henüz affetmedim (çünkü yitirdiğim şeyler çok kıymetliydi ve ben kıymetini bilmedim). Yine de, tükürdüğüm her şeyi yalayıp en baştan başlayabilir miyim?

Belki de gerçekten hiçbir şeyi bilmediğini insanın kendine itiraf etmesi iyi bir başlangıç noktası olabilir ("Bu noktaya 32 değil de 20 yaşımda gelmiş olmak için sahip olduğum her şeyi vermeye hazırım Dr Brown."). Kaldı ki aslında bunu (da) bilmiyorum -ve hâlâ kendimi öldürmediğime göre- zamanla öğrenme ihtimalim var.

Peki bu yas duygusuyla daha ne kadar yaşamak zorundayım?

Özlem, bitebilen bir şey mi?

(Sevgili C.'nin özlemiyle kaleme alındı)

Sonnot: Albüme ilişkin yazabileceğim 5 paragraf daha var. Fakat bu başka bir duygulanım içeriyor. Şu an, o an değil. Albümü daha önce dinlemediyseniz bir şans verin. Yani sonuçta tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi grubundan bahsediyorum. "Oh yo hayır, bu kadar iddialı değil Doğukan, hayır değil. Bunu bilmiyorum. Hayır, hiçbir şey bilmiyorum..."





30.11.2019

Gün 4 - Aradan üç ay geçti, ama başladığım bir albümpaylaşmacaoyununu üçüncü günden bırakmadım, hayır. ("On gün ve on albüm dedik. Hangi sıklıkla olacağını söylemedik ya!")

Dışarıdan görünenler hemen hemen her zaman aldatıcıdır (hayır bazen de değildir ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek bambaşka bir bilgelik gerektirir) ve 'şeylerin' kendi zamanlamaları vardır. Şeyler; oluşlar, ilişkiler, bulutlar, duygular, açılmalar, kapanmalar, sükût ve benzeri.

Yazma zamanı geldiğinde yazılır, paylaşma zamanı geldiğinde de paylaşılır, tıpkı 'akşam yemeğine tüm aile beraber oturur' gibi. Fakat ben bir çok şeyden anlamadığım gibi, z a m a n lamadan da pek anlamam doğrusu. Daha çok anlayabilir olmak isterdim -tüm samimiyetimle söylüyorum- ama 32 yıldır bi' bok anlamadım. Dahası, azıcık bildiğim şeyler var idiyse de onlar da birbirine girdiler. (Yine de bugün okuduğum bir çocuk kitabında bilgece söylenmiş bir kaç lakırdı işittim, iletmek boynumun borcudur: "Yaşadığımız, zamanın kendisi değildir. Yaşadığımız, geçen zamanı değerlendirme biçimimizdir.)

Sahi, albümden bahsedecektim değil mi. Dördüncü gün için seçtiğim albüm The Cranberries'in Bury The Hatchet albümü. Albümün anlamı pek hoş; "savaş baltasını göm" diyor. Albüm 1999 yılında çıktı. Ben o zamanlar elbette bundan bihaberdim. Henüz, kısmen sevimli, bir insanevlâdı idim, ...sanırım. Sonra bir şey oldu. Şey; ergenliğe girdim. Aslında önce The Cranberries ile mi tanıştım ve ergenliğe mi girdim, yoksa ergenliğe zaten girmiştim de sonra mı bu grupla tanıştım bilmiyorum. Fakat bunlar birbirinden bağımsız değişkenler değillerdi. Birbirlerini tuhaf ölçülerde etkilemişlerdi. Bunu kanıtlayamam, sadece ne zaman bu albümü dinlesem kendimi 2001-05 yılları arasında yatılı bir okulun kuytu köşelerinde, üzerimde bulundurmanın yasak olduğu walkman'imde bu şarkıları dinlerken buluyorum. Animal Instinct ile başlayan melankoli dört şarkı boyunca devam ediyor. Dolores ne zaman "Do you know you made me cry?" diye sorsa bir ağlama yükseliyor içimden. Loud and Clear çalarken yalnızlığımın coşkusunda boğuluyorum. Ne saçma. Fakat duygu(m) bu. Herkesin her şeyi yanlış anladığından -ve benim doğru anladığımdan- o kadar eminim ki... sözlere dökemediğim bir kibiri yaşıyorum. Kabına sığmayan bir kibir. Yine de katı bir kap içinde -henüz. Üçüncü şarkıyla beraber (Promises) gitar riff'leri duygularımı coşturuyor. Kadıncağız kim bilir ne anlatıyor; ve ben sözleri hiç merak etmiyorum. Dolores'in sesi de bir enstrüman ve bana sadece duymak istediklerimi anlatıyor: Bir türlü ifade bulamayan duygularım.

Beşinci şarkı -Just My Imagination- gelene kadar yoğun duygu iniş ve çıkışları devam ediyor. Sonra biraz dinginleşiyorum. Shattered çalmaya başladığında aklıma gelen tek 'anıduygu' şu; kalorifer dibindeki yatağımdayım, dışarıda çirkinİzmiryağmuru var, yorganı başıma çekmişim, sadece yasak olan walkman'in yakalanmasından korkmuyorum, duygularımı da gizlemek istiyorum oraya. Çünkü onlarla ne yapacağımı bilmiyorum.

Sonra Desperate Andy geliyor. Sanki bu albüme ait olmayan bir şarkı bu. Alıp bambaşka bir yere savuruyor. Arabayla yolculuk yaparken elini camdan dışarıya çıkartmak gibi. Rüzgâra bırakıyorum duyguları. Tatlı tatlı inip çıkıyorlar ve ben bunu izlerken mest oluyorum. Yine de hâlâ o değişmeyen kibir orada, kendini hissettiriyor: "Ben anlıyorum, ben biliyorum, ben."

Ve Copy Cat geldiğinde sinsi kibir kendine çıkacak bir delik buluyor sonunda, kendini salıyor: Nasıl oluyor da etrafımdaki bu kadar insan saçma sapan şarkılar, türküler dinliyor da BUNU dinlemiyor. Anlamıyorlar. Anlamıyorlar. Anlamıyorlar. Anlamıyorum (Ve şarkının ne anlattığını da hâlâ bilmiyorum).

Aradan yıllar geçiyor. The Cranberries biraz unutuluyor. Yeni keşifler, yeni şarkılar. Dahası walkman'ler çöpe gidiyor, CD çalarlar da arkasından, sonra mp3 player da gidiyor. Herhangi bir albümü baştan sona dinlemiyorum bile artık. Sanki çok geçmişte kalmış gibi. Ama duygular müziklerle aynı hızda değişmiyor artık. Kibirim hâlâ duruyor. Öfkem, anlaşılmayı bekleyen taraflarım, hepsi duruyor. İnsanın kendisini ifade etmesi neden bu kadar zor? İfade etmeyi ola ki başardık, peki dinlemek ve duymak neden bu kadar zor? Bazı fikirlerim var ama, elbette; bilmiyorum.

Daha önce belirttiğim gibi, ben hiç bir şey bilmiyorum. Bildiklerimi bilmiyorum, bilmediklerimi de bilmiyorum. Hiç bir şey bilmiyorum. Sadece başkalarını duymaya -eskibanakıyasla- biraz daha fazla çaba harcıyorum -samimiyetle- ama bunu da beceremiyorum ki.

Neyse. Başta dediğim gibi; her şeyin bir zamanı var. Ve herhangi bir şeyin zamanının gelmesine biz faniler karar veremiyoruz. Durup dinlemekten başka yapacak pek bir şey kalmıyor. Şimdi beklemeyi öğreniyorum...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder