22 Aralık 2015 Salı

Kalbi Dinlemek: Kaç Bahar Kaldı?

Daha kaç tane bahar yaşayacağınızı düşündünüz mü hiç? Kaç yıl yaşayacağınızı değil, kaç bahar göreceğinizi soruyorum.

Mühim soru. Sanki şöyle bir tınısı var.

Kaç bahar kaldı?


Bahar mevsimini -en az diğerleri kadar- çok severim. Ve eğer sağlıklı bir şekilde yirmi tane daha bahar yaşayabileceksem; yani istediğim yolları yürüyebilecek, istediğim ülkeleri görebilecek, ve bir sürü insanla tanışabileceksem, kendimi bir işyerine tıkamam. Tam şu anda, yapmak istediklerimi yapmalıyım. Yarın değil, birazdan değil. Manifesto gibi; şu anda.

...

Otoriteyle ve dayatmalarla problemlerim var. Altı yıl boyunca orduda -yani hiyerarşinin ve otoritenin göbeğinde- hayatta kalabildiğime göre bu sıkıntının doğuştan geldiğini sanmıyorum. Ne zaman kazandım ben bu Özgürlüğü?

Geçen aylarda Göçebeliğimin Ankara evresine başlayınca biraz para kazanmak istedim ve bir kafede işe girdim. Çünkü geçen kış gibi olmasını istemiyordum. Fakat, fazla değil, sekizinci çalışma günümde, üç solcu patrondan en sevdiğim -biraz da dayıma benzeyen- benimle daha fazla çalışmak istemediklerini söyledi. Aslında tam olarak böyle söylemedi. "Biraz ara verelim." dedi.

Hâlâ beni aramadıklarına göre oldukça uzun bir arayı kastetmiş olmalı... Halbuki o kafeyi sevmiştim.

Arkadaşımın yoga stüdyosunda ders vermeyi denedim. Yine başaramadım. Çünkü canım yoga yapmak istemediğinde yapmıyordum. Aslında canım ne isterse, onu yapıyordum (Belki de giderek babama benziyorumdur, kim bilir).

Aynı hafta, eskiden gittiğim bir başka yoga stüdyosunda bir sekreterlik ilanı gördüm. Eski hocamı arayıp işe talip oldum. Ancak beni iyi tanıdığını ve bu işi yapamayacağımı söyledi bana. Çünkü sorgulayan bir tiptim, ve evet, beni iyi tanıyordu.

Şimdi bu başarısızlıklarımı biraz sindirdim ve Özgürlüğümün nişaneleri olarak -biraz da gururla- yakama takmaya çalışıyorum. Son 22 aydır beyaz-renkli olmasın diye uğraştığı yakalarına teneke madalyalar iliştiren bir deliyim ben. Sistemin getirdiği çalışma saatlerine uymayı reddediyorum ve içimden gelen çalışma saatlerini kabul ediyorum. Düzenli bir işte çalışacak kadar deli değilim.

Soranlar oluyor: "E peki nasıl geçiniyorsun?" Ah şu para mevzusu!..

Sanırım dert etmiyorum artık bunu. Çünkü üzerine para harcayacak ve beni heyecanlandıran herhangi bir şey görmüyorum artık. Yiyecek dışındaki tüm ihtiyaçlarımı karşılamanın yollarını keşfediyorum:

- Ulaşım; şehirler arası otostopla, şehir içi yürüyerek
- Kalacak yer; dostlarımın desteğiyle*.
- Kıyafet; ömrümün sonuna kadar yetecek kıyafetim var, ne giydiğimi pek umursamıyorum ve ayrıca eskileri Kiki'ye veriyorum, yamalıyor benim için.
- İnternet: Annemin hediyesi, sağolsun.
- Yemek; işte burada biraz problem yaşıyorum. Geçinmek demek benim için istediğim şeyleri yiyebilmek demek. Friganizmi henüz öğrenemedim ve istediğim şeyleri alamayınca biraz üzülüyorum, sonra Siddharta'yı hatırlıyorum. Özenerek okuduğum bu karakter nasıl oruç tutuyorsa, ben de oruç tutabilirim belki (Yine de, keşke biraz Elf peksimetim olsaydı). Son olarak, bu maddeyi sevdiğim kadına değinmeden geçemem. Seda'ya, minnetle ve aşkla: Beni benden daha çok düşündüğü için sürekli desteklendiğimi hissediyorum. Belki de onun sayesinde oruç tutmama gerek kalmıyor.

Şimdilik Mandala atölyeleri, ve zaman zaman Yoga dersleri yapmaktan keyif alıyorum. Mekan sorununu da Çağlar'ın evini açmasıyla çözdük. Armağan Ekonomisiyle asgari düzeyde geçinebiliyorum. Böylece tüm vaktimi sadece yapmaktan keyif aldığım şeylere ayırdım: Topluluk olma, bağlar kurma, dostlar edinme ve gelecekte yaşayacağım kırsalın hayallerini kurma... Sevdiğim şeyleri yapabildiğim için keyfim de fazlasıyla yerinde.

Bağ kurma

22 ay önce işi gücü bırakarak çok yerinde bir karar verdiğimi her gün tekrar tekrar anlıyorum. Eğer sıkıldığınız bir işiniz varsa, onu bırakmak için beklemeyin. Ruhunuzu dinleyin; geriye kaç tane bahar yaşayacağınızı ve bunları nasıl geçirmek istediğinizi düşünün. Belki de göreceğiniz yirmi tane bahar, yirmi tane kış, yirmi tane güz ve yirmi tane yaz kalmıştır. Bunların yitip gidişini, sevmediğiniz bir işi yaparak izlemeye devam mı edeceksiniz?

Kalplerinizin sizi çağırdığı şeyler yapmak istemez misiniz?

Kalbi dinlemek


Son zamanlarda dönüp tekrar tekrar izlediğim bu filmi paylaşmak istiyorum. Charles'ın filmde dediği gibi: Yolunuzu bulmak için kaybolmayı göze almalısınız.

Kalplerimizin Bildiği Daha Güzel Bir Dünya Mümkün.

Kalplerinizi dinleyin, çünkü şu anda yapmak istediklerinizi yapabilirsiniz.




*Ankara'daki kalacak yer sponsorlarıma minnetle: Gülşen, Damla, Cem, Önder, Çağlar ve beni ağırlamak isteyen tüm arkadaşlarım, iyi ki varsınız...

29 Mayıs 2015 Cuma

Likya'nın Özgürlük Yolları

Yürüdüm.

Öylece,
yürüyüverdim.


Sanki yol boyunca şu parça eşlik etti; her manzarada, her antik kent kalıntısında, içtiğim her yudum suda, karşılaştığım tüm Bulut, Kuş, Ağaç ve hatta Kaplumbağalar'da, tanıştığım her bir insanın yüzünde, ve attığım her bir adımda... Her, bir, An'da.

...

Üçüncü haftanın sonunda, Gelidonya Feneri'ne ulaştığımızda kimseler yoktu etrafta. Likya yolunun* en popüler rotalarından birisi olmasına rağmen, sanki o gün özel olarak ayarlanmıştı -tam da hayal ettiğimiz gibi- yapayalnız, ve fakat ikimiz işte: bir o kadar da bütün. Tarifsiz manzaraya karşı durmuştuk, şaşkındık, başarmıştık, yorgunduk, ve âşıktık. Rüzgâr güçlüydü, saçlarımızı dalgalandırıyordu. Güneş batmaktayken varmıştık oraya, hafifçe yanaklarımız ısınıyordu. Etrafımızdaki çam ormanı, Akdeniz, heybetli fener ve müthiş kayalıklar ile biz; dünyadan, dünya dertlerinden, iş'ten, aş'tan, yaklaşan seçimden, açlıktan, savaşlardan, ebeveynlerimizin korkularından, hatta kendi korkularımızdan bile, her şeyden Uzak'ta, ve kendimize, ve birbirimize çok Yakın...

En başından beri Gelidonya'ya varmak istiyorduk. Bunun için 640 km. yolu otostopla, 110 km. yolu da yürüyerek, 9 antik kentin içinden geçip yüzlerce insanla karşılaştık ve 3 hafta, sanki aylarca zaman geçmişçesine yoğundu. 3 haftalık bu hayatı içimizde biriktirmiştik, biz de yoğunduk.

Kadraj eğik, çünkü Gelidonya'ya varınca fotoğrafımızı çekecek kimse yoktu, biz de makineyi Zeytin dalına astık


Sonunda varmıştık işte. Burada şunu düşünmekten kendimi alamıyordum: Kaç yıl oldu ben şu yolu yürüyeceğim diye dilime dolayalı ve neden bu yolu yürüyeceğim diye tutturdum, işte şimdi, Yol bitince, bu gizemi kavrayabiliyordum en sonunda. 

Bu Yol, bir özgürleşme yolu oldu benim için. Sanki ne istersem yapabilirmişim, nereye istersem gidebilirmişim gibi bir his. Sadece ve sadece Yola güvenerek, ve ama boş laf değil; güvenerek, her şey olması gerektiği gibi olur, oluyor da zaten.


Likya yolu haritası


Herhalde dört yıl önceydi, ofisimde -hiç şaşmayan bir düzende ve rutinde- oturup fabrikada üretilen konveyor bantların haftalık üretimini planlamaya çalışıyordum. Ve müdürüm ne zaman odadan çıksa hemen -hiç şaşmayan bir düzende ve rutinde- bir gezi blogunu açıyor, o dönene kadar okuyabildiğim kadarını okuyordum. Kurduğum tek hayal, özgürlüğümü kazanıp, gezebilmekti. Müdürüm beni affetsin...

Likya yolu da o tarihlerde aklıma düşmüş olmalı.

Malum, Likya yolu uzun (ilk açılan yol 509 km., şimdi yeni eklenen rotalarla daha da uzadı), bu kadar yolu yürümek için oldukça uzun bir zaman gerek (tahminim 30 ilâ 45 gün). Fakat öte yanda, beyaz-yakalı hayat acımasız; bana lütfettikleri 14 gün izni kullanıp mı yürüyecektim ben bu yolu? Bunun için mi okudum ben?

Açık söyleyeyim; beyaz-yakalı bir ofis çalışanıyken ne Likya yolunu ne de başka bir yolu, asla yürüyemezdim. Pek tabii, haftalık turlar var, onlarla gidip, haldır huldur yürünür belki, ama bu Yol, bu Yolculuk, böyle gelişi güzel, paldır küldür yürünmeyi hak etmiyor. Kafanızda dönüşe dair bir şey barındırmadan, sadece yürümek için yürümeli; yani özgür, yani romantik. İnanın bana. (Ha bir de Nisanda ya da Eylülde, serin serin).

Aperlai-Kaleüçağız arasında görüp etkilendiğim görkemli Ağaç


Yürümeye başladığımızın üçüncü günü, Kabak Koyu'ndan 3 km. ötedeki Cennet Koyu'na yürüdük. Sahile indiğimizde hiç kimse yoktu. Kocaman kumsal, ve sadece, biz.

Geceyi dalga seslerini dinleyerek, yıldızlara bakarak, yaktığımız Ateş'in başında yemeklerimizi yiyerek, ve de bu kumsalın parasını versek kendimize kapatamayacağımızı bilmenin şaşkınlığı ile geçirdik. En yakın insan kaç kilometre ilerideydi bilmiyorduk bile. İşte Likya yolu bize gösteriyordu: en kıymetli şeyleri, parayla satın alamazsın.

Dahası bu kumsala araçla gelmek mümkün değil, çünkü bir yolu yok. Ama bu kumsala gelmek mümkün, çünkü bir Yol'u var.

Cennet Kumsalı gündoğumunda

Kumsal hiç kimsenindi, ama hepimizindi.
Ormanın sessizliği hiç kimsenindi, ama hepimizindi.
Burada her şey, hepimizindi.

Başta bilmiyorduk ama Likya yoluna bunun için çıkmıştık. İşte Ateş'in çıtırtıları ile Dalgaların sesi... Orada artık Zaman yok. Doğa'dayız. Doğa'yız. Dile gelecek kelimeler yok. İnsanla Doğa arasındaki ayrım yok. Yetişmemiz gereken bir yer yok. Telâş yok. Korku yok. Gerçeği, olması gerekeni, işte tam da o sessizlikte, içimizde bir yerlerden bunu bize fısıldayan cılız sesi işitiyorduk, cılız ışığı görüyorduk. Başta bilmiyorduk ama Likya yoluna bunun için çıkmıştık. Şehrin gürültüsünde duyulamayanı duymaya, şehrin albenili ışıklarında kaybolan şeyi görmeye: Özgürlük.


Bel köyüne varmadan, Kızılcık mevkii: Züriye ve Tuğba dinleniyor, Seda karşıdaki ağacın altında

Dördüncü gün, Dodurga köyüne gelmeden önce, eski bir kentin, Sidyma'nın girişindeydik, artık yürüyüşçüler dışında kimsenin kullanmadığı harap merdivenlerden çıkıyorduk. Antik bir mezarlığın yanından geçip, şehre girerken ölülere saygımızı da sunmuş olduk. İşte orada aklıma geldi; insanın yıllık izin alarak değil, istifa edip hayatını komple bir izne dönüştürmesi gerekiyor. Yoksa orada durup manzarayı sindirmeden, antik kentin havasını solumadan, ve hatta ölülere saygıyı göstermeden geçip gidebilir insan. O halde Ruhu Bohçada Gezen Hülya'nın yaptığı hesabı ben de yapayım: 14 aydır işsizim, yani 14 aydır izin kullanıyorum, yani yılda ortalama 2 hafta izin olsa, kurumsal hayata 30 yıl taktım!

Zaman'a bakış açısı değişmeye başlayınca, Ölüm'e bakış açısı da değişiyor insanın, doğal olarak. Örneğin şu talihsiz fransız bisikletçi için bir arkadaşım pisi pisine öldü dedi. Buna katılmıyorum; hayatını istediği gibi yaşayan kişinin, yaşı kaç olursa olsun, pisi pisine öleceğini düşünmüyorum. İlle de birileri pisi pisine ölecekse; sevmediği bir işe giderken trafik kazası geçiren, şikayetçi olduğu şehrin stresinden ölümcül hastalığa yakalanan, ya da inanmadığı bir kavramı -diyelim bir devleti- savunurken ölen, işte bunlar pisi pisine ölüyor.**

Yolda sık sık antik mezarlıklar gördüğümüz için Ölüm artık Doğa'ldı. Tam da olması gerektiği gibi... Böylelikle yürüyüşümüzün on ikinci gününde Kaleköy'de, yani eski Likya kenti Simena'dayken. Kekova'ya bakan müthiş bir terasta*** uyuduk ve sabah uyandığımızda Likya bana gösteriyordu yine. Ölüm böyle olmalı işte: Yüzen bir Lahit.

Simena'da Ölüm; Yüzen Lahit


Son zamanlarda sık sık duyduğum hoş bir deyiş: Yol açık, yola çık.

Benim için Likya deneyimi bunun en iyi kanıtı oldu. Yola çıkan kişi şunu çok iyi bilmelidir ki; Yolda başınıza neler geleceğini asla planlayamazsınız. Bu, Evrenin, bizim kolay kolay algılayamayacağımız bir işleyişinden kaynaklanıyor (ya da sıkı bir meditasyonla/içe dönüşle anlamak mümkün). Bu işleyiş, türlü tesadüflerle karşınıza çıkıyor. Bu Bazan hiç de beklenmeyen bir yemek daveti, elma yüklü bir kamyonet, köy tereyağında kızarmış keçi peyniri, bir çikolatalı kek, çalıların arasından fırlayan sivri burunlu bir dost, kaybolan ve hayli anısı birikmiş bir gözlüğün geri gelmesi, sahibi ortaya çıkmayan ve güzelce demlenmiş bir çay, bitmekte olan tüpünüzün yenisinin önünüze gelivermesi, bir tutam karabiber, müthiş arkadaşlıklar, şaşırtıcı şelaleler, ya da yoldaki bir yabancının ikramı filtre kahve olarak karşınıza çıkabilir. Bizim de başımıza bunlar ve daha da fazlası geldi, fakat başka gezi bloglarında bunları okumayı sıkıcı bulduğum için detaylara girmeyeceğim. En iyisi Yola çıkıp, onlarca insanla siz tanışın, onlarca tesadüfü siz yaşayın, çünkü Yol açık.

Yola çık, Yol açık!









*Likya yolu, bugün Fethiye ve Antalya arasında kalan bölgede, yani Teke yarımadasında, vakti zamanında yaşayan Likyalıların kullandıkları varsayılan yolların bir kısmı (Sadece Likyalılar kullanmamış, hangi medeniyet gelip geçmişse, hepsi kullanmış). Bunların bir kısmı ise sadece patika, keçi yolu ya da maalesef, asfalt... Sonra bir ingiliz abla çıkıp da bu yolları birleştirmiş, işaretlemiş bundan on beş yıl evvel, iyi ki de yapmış bunu. Tabii bu işi bir başka ülke vatandaşının yaptığına şaşmamak gerek, zira yürüyüşüm boyunca karşılaştığım 186 yürüyüşçünün aşağı yukarı 100-110 kadarı yabancı idi.


**Yine de pisi pisine ölmüyor aslında. Fakat daha acınası değil mi?
O halde peşinen buradan duyurmuş olayım: Eğer otostop çekerken emniyet şeridinde bir araba bana çarparsa, ormanda yürüyüş yaparken bir yılan ya da akrep sokarsa, otostop yaptığım bir adam sadece 20 lira için beni öldürürse, biliniz ki pisi pisine ölmüş olmayacağım. İşsiz (özgür) olduğum ve bunları yapabildiğim için çok mutluyum, dolaysıyla da mutlu öleceğim.


*** Eğer Kaleköy/Simena'ya giderseniz, Teras Paradise'a gidip Fatih abiye selam verin ve terasında oturun. Ve eğer Patara'ya giderseniz, Camel Camping'e uğrayıp orada kalın, Kadir ile sohbet edin.


****Fotoğrafar için dipnot: Dijital makinemi sattığımdan beri analog bir makine kullanmaya başladım, ve bunun hayatımdaki yavaşlamaya doğru dönüşüm yolunda inanılmaz bir katkı yaptığını belirtmeliyim. Bir de bunu Likya yolumda deneyimlemek, her şeyin fotoğrafını çekmemek, ama tam da çekmek istediğim şeyleri çekmek, 3 haftayı sadece 60 fotoğraf ile tamamlamak... Ayrıca bu fotoğraflardan birinin (en üstteki Gelidonya fotoğrafının) fazlasıyla beğenilmesi... Mutluyum :)

9 Nisan 2015 Perşembe

Kış Uykusu: Bir İşsizlik İnterlüdü

Nerede kalmıştık?

Önceki yazımı yazalı yedi ay oldu. Ben hâlâ yaşıyorum.

Ve hâlâ işsizim.


Geçenlerde Che’nin Che olmadan evvel yaptığı geziyi anlatan Motosiklet Günlüğü’nü izledim, ve de çok etkilendim filmden ve özellikle de müziklerinden… Size filmi anlatmayacağım, sadece yolculuk-severlere izlemelerini tavsiye edip geçiyorum bu konuyu. Bu yazıyı yazarken sürekli şu parçayı dinledim. Siz de okumaya devam ederken dinleyebilirsiniz.


Beyaz-yakalı hayatımın boka sarmasının temel nedenlerini bulduğumu sanıyorum. Bunları bulmak belki çok önemli görünmeyebilir, sonuçta kurtardım(?) kendimi. Ama geçtiğimiz Kış ayları boyunca parasızlık ve işsizlik beni psikolojik olarak yıprattı. Yeniden iş aramanın eşiğine bile geldim. Fakat her yeni-iş-arayışımda karşılaştığım tek bir gerçek oldu: İş istemiyorum (Ya da daha gündelik ifadesiyle, sevmediğim bir işte çalışmak istemiyorum). Ama ben abartarak (Uzak) dile getireceğim: “iş kelimesini dağarcığımdan tamamen çıkartabilmek istiyorum.” Öte yandan, gerçekçi de olmalıyım (Yakın); “muhtemelen bu mümkün değil.” Tekrar ve tekrar bununla yüzleşmek, sık sık başa dönüp hislerimi sorgulamak çok yorucu oldu. Bu kısır döngüden çıkabilmek (Uzakyakın diyalektiği) için ben de emin olmak istedim. Eğer, diyorum kendi kendime, bunun sebeplerini derli toplu ortaya koyar ve sürekli kendime anımsatmayı başarabilirsem, o zaman kararlı ve sürdürülebilir davranabilirim. Böylece sıralamaya başladım:

1) Elbette birinci sebep beyaz-yakalı hayatın boktan olması, bu çok aşikâr. Kendimi, kendi gerçekliğimi, özümden gelen, doğal olan benliğimi -ki her insanınki özgündür- ifade etmeye yer bulamadım. (Örneğin en detaysız haliyle ifade edersem: ben bir Ateş’im fakat benden beklenen bir Toprak olmam idi).

Bir işletmenin fonkisyonları belli. Bu fonksiyonları yerine getirmem için işe alınıp maaş verilen benden beklenenler de üç aşağı beş yukarı tanımlanmış. Dolaysıyla, sonsuz özgünlüğe sahip olan ben’in, tanımlanmış ve sınırlandırılmış kıstaslar altında çalıştırılması istenince uyumsuzluk kaçınılmaz olarak hortluyor. Boktanlık burada kalmıyor. Kişinin tatmin olması için sunulanlar da belli; a) beraberinde miktarıyla doğru orantılı bir hayat standardı getiren para ve b) hiçbir işe yaramadığını düşündüğüm statü.

Hayat standardı; afili laf, ama sıkıntısı yine kelimelerde gizli: Hayatı bir standart’a indirgiyor. İstemediği halde çalışmaya devam eden umutsuz arkadaşlarımın sıkıntısını paylaşıyorum. Şimdilik iyi tarafından bakın: “Maaş güvencesi; hayatını standart yaşamak isteyenler için kaçırılmayacak fırsat!”

Modern insan-kaynakları-birimleri sırasıyla bu ikisinin (önce paranın, sonra statünün) çalışan mutluluğuna yetmediğini öğrendiği için, ve eğer iyi bir corporate’ta da çalışıyorsanız, üçüncü bir başlık altında uyduruk etkinlikler yapmaya çalışıyor, pek tabii doğal olarak. Kurumsal şirketin fotoğraf kulüpleri, bowling turnuvaları, gezileri ve bir tomar başka şey, bu sebepten dolayı var. Ben bu çabaları kesinlikle takdire şayan buluyorum, fakat bana yeterli gelmiyor.

2) Yine de kurumsal hayatın boktan olması, şu kaçma isteğimin gizini açıklamaya tek başına yeterli gelmiyor. Bu isteği güçlendiren başka etmenler var. Mesela İnci, bana kızarken bunlardan birisini açık etti. Diyor ki, “bok vardı da hayatıma Couchsurfing’i* soktun”.

Yani diyor ki, farkındalık, insanı mutsuz ede(bili)r. Ateş gibi. Başa çıkması zor.

Yani diyor ki, bizi bu gezginler, okuduğumuz bu blog’lar, bu filmler, bu kitaplar, bu alternatif meraklısı uyumsuz tipler mahvetti.

Hayat standardını sağladığım zamanlarda, başka bir dünyanın mümkün olduğunu görünce kalbim sıkışıyordu, çünkü hayatımdaki kontrast (Uzak’lık ve Yakın’lık arasındaki mesafe) artıyordu. Bir yanda otostopla dünyayı dolaşan gezgini evinize konuk edip (Uzak), ertesi sabah hava henüz karanlıkken uyanıp işe gitmek için yola koyulduğumda (Yakın), mutsuz oluyordum, haklıydım.

3) Bir çeşit güvence hissetmesem (“ben aç kalmam, açıkta kalmam”), bu kadar rahat davranıp işi bırakamazdım. İsterseniz buna ekonomik güvence deyin ama tam olarak öyle değil. Eğer bu güvence varsa, insanın cesur davranması daha kolay oluyor diyebiliriz (Gerçi diğer bakış açısı da aynı oranda desteklenebilir: Eğer kaybedecek bir şeyin kalmamışsa, her şeyi bırakmak daha kolaydır, diyebiliriz. Fakat ben bu gruptan değilim, ve bu duruma uyan birileriyle henüz tanışmadım).

Annemin sık sık yüzüme vurduğu gibi, bir süredir başkalarının kaynaklarını kullanarak yaşıyorum. Otostop yaptığımda başkasının benzinini, bir eve misafir olduğumda başkasının yemeklerini tüketiyorum. Zorda kaldığımda ailemden para alıyorum ve zaman zaman kitlesel fonlamaya başvuruyorum (Crowdfunding).

Aslında beyaz-yakalı hayata hoşça kal demenin kolaylaştırıcısı olan bu madde, yokluğu durumunda en büyük engele dönüşebiliyor. Bu konu oldukça uzunca ve çetrefilli. Sonra değineceğim.

Bu maddelerin devamını da aklıma geldikçe paylaşmaya devam edeceğim.


Efendim, intermission, bir operada, konserde, tiyatroda ya da bir filmdeki** aralara verilen isimmiş. Yedi ay boyunca girdiğim Kış Uykusu’nda bunun bir nihayet mi yoksa ara mı olduğuna karar veremiyordum. Sonunda intermission’ın ne olduğunu anlamaya çalışırken başka bir kelime ile karşılaştım: Interlude.

Interlüd, yine büyük bir tiyatro eserinde ara verilince oynanan kısa tiyatro oyunu, müzikler arasında çalan kısa müzik gibi anlama sahip bir terim.

Bu yedi ay zaman zaman intermission, zaman zaman interlüd oldu.

Emre’ye Cihangir’de çay içerken sordum: "Akışta olmak bizi yoldan çıkarıyorsa, bu yine de akış mıdır? Eğer yolda olmak değil de, evde oturmak istiyorsam, bu yanlış mı?"

Bunun cevabı ya gelecek Kış ayında gelecek ya da hiç gelmeyecek. Çünkü geçtiğimiz Kış boyunca ara ara defolup gitmek istedim. Hatta son zamanlarda biraz kızgındım herhalde, uzun geçen Kış aylarına mı kızdım, kendimi İstanbul’a kapatmaya mı kızdım, yapmak istediklerimden uzaklaştığımı fark edip mi kızdım, her neyse, defolup gitmek bile yetmiyor artık, sıcak mevsimlerin yaklaşmasıyla siktirolup yola çıkmak istiyorum. Bu arada ağzım mı bozulmuş benim?

Gelecek hafta, uzun yıllardır aklımda olan, fakat yapamadığım Likya-yürüyüşüne çıkacağım, eğer beklenmedik bir aksilik de olmazsa.

...

İtiraf ediyorum; beni bu gezgin blogları mahvetti, beni bu gezgin filmler mahvetti.





*Couchsurfing: Kanepe sörfü. Gezgin insanların birbirini ağırlaması için kurulmuş bir sosyal ağ. Sadece bir gezginin kalma ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, farklı kültürleri paylaşmaya, ve böylece insanın dünyasını zenginleştirmeye yarıyor.


**Intermission: İlk kez Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filminde görmüştüm.