Bir zamanlar yalnız yaşayan bir avcı varmış. Bir akşam üzeri karlar aşıp kulübesine dönerken, kulübesinin bacasının tüttüğünü görmüş. İçeri girmiş ve şöminede ateşin yandığını, sıcak bir yemeğin masada durduğunu ve eski püskü kıyafetlerinin de yıkanıp temiz bir şekilde katlandığını görmüş. Fakat içeride kimse yokmuş.
Ertesi gün aynı yollardan geçerek, bu kez daha erken dönmüş avdan. Tıpkı umduğu gibi yine bacada duman görmüş ve kulübeye yaklaşırken pişmekte olan yemeğin kokusunu almış. Kapıyı usulca açmış ve askıdan sarkan bir tilki postu ile uzun kızıl saçlı, yemyeşil gözlü bir kadın görmüş. O sırada kadın ocaktaki yahniye kekik ekliyormuş. Avcıların bilebileceği bir şekilde bu kadının Ötedünya'dan çıkıp gelen ve rüya görmekte olan tilki-kadın olduğunu hemen anlamış. "Bu evin hanımı olacağım." demiş kadın ona.
Avcının hayatı değişmiş. Kulübede kahkahalar duyuluyor, yaşamın gündelik işlerini birlikte sırtlanıyor ve ılık karanlık gecelerde sevişirlerken sanki kulübenin sınırları ormanın engin yeşilliğine ve yıldızlara karışıp eriyormuş.
Zaman geçtikçe post, vahşi ve keskin kokusunu dışarı yaymaya başlamış. Küçük bir bedel diye düşünebilirsiniz, ama avcı söylenmeye başlamış. Yastığı, kıyafetleri hatta kendi kokusu bile değişmiş, posttan gelen koku her yere sinmiş. Avcının şikayetleri günbegün artmış, ta ki bir gün kadının gözleri parlayıp da başını sadece bir defa sallayana dek. Sabah olduğunda kadın da, post da, koku da gitmiş. Anlatılan o ki, avcı o günden beri kulübesinin önünde oturup karlara bakıyor ve tilki-kadının hasretini çekiyormuş.
(Masalın İngilizce'sine şu makalede rasladım; paylaştığı için Filiz Telek'e teşekkürler.
Şu da Martin Shaw'un ağzından dinlemek isteyenlere bonus.)
Emegine sağlık. Güzel olduğu kadar düşündürücü bir hikaye...
YanıtlaSil