(26 Nisan 2020 - Eskişehir)
(Dün gece Tilki Kadın masalını çevirip sonra uyudum. Bu sabah aynı temayı başka şekilde anlattığını düşündüğüm manyakça bir rüyadan uyandım. Böyle rüyalar görmeyi ve sonra hatırladığım detayları hemen başucumdaki deftere yazmayı çok seviyorum. Rüyalarımı sevmek kendimi de sevmenin bir yolu oldu nicedir. Neyse.)
Esas karakter bir çizgi film karakteri gibi, sanki benim temsilim ama ben değilim. Bana benzeyen bir genç bu. Ben ise dışarıdan onun yaptıklarını izliyorum. Eski bir zamanda geçiyor. Kahramanın ailesi bir hanın sahibi. Bu genç, bir gün işlek bir caddenin üzerinde bir duvara bir şey yapıyor. Sanal bir oyun. Bir çeşit bilgisayar oyunu gibi, gerçekliği değiştiren, içine girip oynayabildiğiniz bir şey. Dijital değil, bunu sanki elementleri bükerek yapıyor; havadan ve sudan. Sürekli bu yarattığı ve içine girdiği sanal oyunu oynamaya başlıyor. Başka insanlar da geliyor oynamaya, sisteme her giren kişiyle dövüşüyor, onları alt ediyor ve oyundan atıyor (Bir zamanların ünlü atari dövüş oyunları gibi). Bu sanal gerçeklikte giderek daha çok güçleniyor ve ünleniyor.
Bir gün bir Tanrı giriyor oyuna. Ününü duyup gelmiş, belki kibrini cezalandırmak istiyor. Belki sadece oyun oynamak için. Dişi bir Tanrıymış bu; bir Tanrıça. Mavi renkli genç bir Tanrıça. Neredeyse çocuk gibi. Kahramanımız onun Tanrıça olduğunu fark etmiyor, tüm gücüyle saldırıyor ona, kendi kurduğu oyunun dünyası gereği. Ve zorlu, ve çekişmeli bir dövüşün sonunda Tanrıça'yı öldürüyor. Sanal bir dünya olmasına rağmen Tanrıça gerçekten ölüyor. Yaptığı şeyi ancak daha sonra fark ediyor kahraman. Ve pişmanlıkla çıkıyor dışarı. Ailesinin yanına gidiyor. "Buralardan gitmem gerek." diyor. "Bir Tanrı'yı öldürdüm." Dört ciltlik bir kitap alıyor yanına, bunları yolda satıp o parayla geçinebilirim diyor. Birinci cilt hariç hepsi evde de varmış bu kitapların. (Bu eksikliği ben fark ediyorum izleyici olarak). Şimdi başka tanrılar ve ifritler peşine düşecek. Sürekli kaçması ve saklanması gerekecek. Göçebe ve zorlu bir hayat onu bekliyor.
Saçlarını ve sakallarını kesiyor. Bunu tanınmamak için mi yoksa pişmanlığının geleneksel bir ifadesi olarak mı yapıyor bilmiyorum. Belki ikisi de... Yüzünde hiçbir saç ya da kıl kalmıyor. Şimdi yüzü biraz da bana benziyor sanki. Dışarı çıkıp yürürken bir şelalenin yanından geçiyor, şelale yarılıp açılıyor iki tane İfrit Tanrı çekip alıyor onu, ben de yanında gidiyorum. Kahraman gözlerini bağlamak istiyor. Gittiği yere saygısından. Bir kuşakla gözlerini bağlıyor. Ben izlemeye devam ediyorum. Yanımızdakiler korkutucu ama merhametli İfritler. "Nasıl böyle bir şey yaptın, nasıl kıydın Tanrıçamıza?" diye soruyorlar. Üzgünler. Koyu karanlıklardan ve akan şelale sularının arasından geçiyoruz. "Bu yaptığının sonucuna katlanacaksın." Kahraman da ben de korkuyoruz. Yeraltının Tanrısı gibi görünen daha irice yine Mavi renkli bir Tanrı bir masada oturuyor. Bir ofis masası gibi, etrafında akmakta olan şelale sularını izliyor. Sanki buradan dünyada olan biteni görüyor gibi. Yanında bir Tanrı daha var yeşilimsi. ikisi de erkek.
Mavi olan, ölmüş olan Tanrıça'yı ne çok sevdiğini söylüyor. Sanırım bir akrabasıydı. Bu ölümü hak etmediğini söylüyor. Yine de merhametli. Sanki cezası ölüm olabilecek bu suçu affetmiş, ya da hafifletmiş gibi; yine de ağır bir ceza vermesi gerekiyor. Çünkü Tanrıların yasaları böyle. "Sürekli olarak kaçmaya, kovalanmaya devam edeceksin. Ölüm ensende olacak. Ta ki bir ülkeden tamamen kovuluncaya dek."
Bir ışık, bir çözüm yolu sunuldu. Rahatlıyorum. Bizi getiren İfrit muhafızlar şimdi çıkışa doğru götürüyorlar kahramanı. Şelaleden çıkıyoruz. Aklımdan ülkeleri geçiriyorum. Hangi ülkeye gidip de oradan kovulmalı acaba? Önce Japonya geliyor aklıma sonra Libya...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder