16 Nisan 2020 Perşembe

Anti-virüsü Aramak - Bir Kuantum Olgusu Olarak Covid-19


(Metnin İngilizce orijinaline şu adresten ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...)

Anti-virüsü Aramak - Bir Kuantum Olgusu olarak Covid-19
Martin Winiecki

Olup bitenleri anlamlandırmak için zorlanıyorum. Şüpheci zihnim tüm teori ve olası açıklamaları inceleyerek oradan oraya dolaşıp durdu, fakat itiraf etmeliyim: neler olduğunu bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum; bu insanlık için önemli bir seçim ânı. Bu makalede “neler olup bittiğini” tartışmaya sunmayacağım. Bunun yerine sizi krize ilişkin çoğu teori, tahmin ve eylem çağrısının altında yatan “nesnel gerçeklik” ve “öznel düşünceler/duygular “ ikilemini aşan bir alana davet etmek istiyorum. Spiritüel kökenli bütüncül bir dünya görüşünden bakarak, insanlığın –ya da bizlerin bilinçli olsun ya da olmasın daha derin bir parçasının bu ânı kolektif evrimimiz için bir katalizör olarak hayal etme olasılığını değerlendiriyorum. Eğer durum buysa, nasıl etkileşime girer ve karşılık verebiliriz? Covid-19 aslında kolektif uyanış ve geniş kapsamlı sistem değişikliği için beklenmedik bir olasılık sunuyor olabilir.

Ne gerçek ne de gerçek dışı; rüya gibi

“Burası bir rüya. Sadece uyuyanlar burayı gerçek kabul eder. Sonrasında tıpkı şafağın doğuşu gibi ölüm gelir ve daha önce tasa olarak gördüğün her şeye gülerek uyanırsın…” – Rumi





Yüz yıldan fazla bir süredir, fizikçiler ve filozoflar kuantum fiziğinin türlü türlü kerametlerinin mânâsını kavramaya çalıştılar. Elektron gibi atomaltı parçacıkların hayret verici ve sihirli şekillerde davrandıklarını gördüler. Bunlar sabit ve sonlu bir şekilde sadece “kendiliğinden” var olmuyorlar; gözlemlenip gözlemlenmediklerine bağlı olarak, bir durumda dalga ve diğer durumda bir parçacık olarak görünebiliyorlar. Durum bu. Dünya algımız sadece edilgen değil aynı zamanda yaratıcı; kelimenin tam anlamıyla varlığını ve gerçekliğini şekillendiyor. Kuantum fiziği bizi dışarıda gördüğümüz “nesnel” gerçekliğin ve “içeride” bulunan “öznel” deneyimimizin ayrılmaz bir şekilde iç içe geçtiği bir gerçeklik görüşüne davet ediyor. Büyük psikanalist Carl Jung'a göre, tıpkı rüyalardaki karakterler ve olayların rüya görenden ayrı olmaması gibi, dünya da topluca rüyasını gördüğümüz yaşayan bir sembol, daha derin taraflarımızın somutlaşmış bir simgesi.

Gerçekliği bu şekilde ele alırsak, Covid-19'u nasıl anlamlandırabiliriz?

Spiritüel deneyimler ve çalışmalar sonucunda öğrendim ki, hastalıklar nadiren sebepsiz yere ortaya çıkar. Genellikle daha derin mesajlar taşırlar. Örneğin, zihnimizin bastırdığı çatışmalar, özlemler ve yaşamsal dürtüler, bedensel semptomlarda yeniden ortaya çıkabilir. Şifa da genellikle bastırdıklarımızı fark ettiğimiz anda meydana gelir. Bu tür içgörüler bizi daha bütün yapma olanağına sahiptir ve aslında hayatlarımızı değiştirebilir. Bu şekilde, iyileştirecek olan panzehirin -veya bu durumda anti-virüsün- dönüştürücü bir farkına varma hazinesi olarak hastalık içinde gizlendiğini söyleyebiliriz. Daha derin kökleri keşfetmeden sadece semptomlarla mücadele edersek, evet hayatta kalabiliriz, ancak diğer semptomların hâlâ gerçekleşmesi muhtemeldir.

Bireysel bir hastalık için geçerli olan şey, salgın veya pandemiler için de doğru olabilir. Tartışmalara yol açan Selbstzerstörung aus Verlassenheit (Terk Edilme Kaynaklı Özyıkım) kitabında, psikoterapist Franz Renggli, 14. yüzyılda Hıristiyan Avrupa'daki Büyük Veba salgınını, kıta nüfusunun %30 ila %60'ını öldüren bir “Kitlesel psikoz patlaması” diye yazıyor:

“Benim psiko-somatik ya da daha çok sosyo-somatik modelim psiko-nöro-immünolojidir: ne bir bakteri ne de bir virüs temel problemdir; temel problem daha ziyade toplum içinde bir krizle sarsılan insanlardır. Eğer bu kriz çok uzun sürerse, çok şiddetli veya çok travmatik olursa, nüfusun bağışıklık sistemi yavaş yavaş zayıflar ve nihayet çöker. İnsanlar hastalıklara ve sonuç olarak ölüme karşı savunmasız hale gelirler. Bu model herhangi bir salgın için geçerlidir ve yeni bir tarih anlayışı için bir anahtar görevi görebilir.”

Kitapta Kara Veba’dan önceki yüzyılda, Katolik Kilisesi'nin annelere gece ve gündüz bebeklerinden ayrılmalarını tavsiye etmeye başladığını öne sürüyor. 13. ve 14. yüzyıllarda büyüyen çocuklar, toplu şekilde temel bir terk edilmişlik travmasından muzdarip olmuş. Renggli, öte yandan, annelerin çocuklarıyla yakın fiziksel temas kurmaya devam ettiği bölgelerin vebadan kurtulduğunu gösteriyor. Şu anda benzer bir şey yaşıyor olabilir miyiz?

Covid-19’un hayaleti 7,5 milyar insanı nasıl ele geçirdi ve dünyayı bir anda durma noktasına getirmeyi nasıl başardı? Çünkü anlatı, insanların bilinç altında hem derinden bastırılmış hem de iç içe geçmiş örtük bir şeyle büyük ölçüde karşılık buluyor.

Koronavirüs biyolojik suretine kıyasla “zihinsel” alanda daha erken, daha hızlı ve çok daha güçlü bir şekilde yayıldı. Covid-19 manşetlere çıkmaya başladı ve insanlar aniden uzun zamandır içlerinde bilinçsizce biriken korku ve umutsuzluk için “nesnel” bir gerekçe bulmuş oldular. Medyada korku uyandıran manşetlerin saat başı saldırıları ile insanların zihinlerinde artan kaygılı beklentiler arasındaki gelgitler, nevrotik bir kısır döngüde insanlığı kapana kıstırmış oldu. Mahallemizdeki veya bölgemizdeki her yeni “vaka”, metrodaki her öksürük veya herhangi bir yabancının çok yakınımıza yaklaşması ürkütücü bir tehlike hissini katladı. Hastalık hakkında ne kadar çok düşünürsek, o kadar çok korkuyoruz. Ne kadar korku yaşarsak, bağışıklık sistemimiz de o derece zayıflıyor. Bağışıklık sistemimiz ne kadar zayıf olursa, semptomlar geliştirme olasılığımız da o kadar artıyor. Tam bir “pembe fili düşünme” durumu.

Psiko-ruhsal (psycho-spiritual) boyutun, maddi alan üzerinde çok somut bir etkisi olduğu kanıtlanmıştır. Plasebo etkisinin şaşırtıcı derecede geniş kapsamlı fiziksel etkileri iyi belgelenmiştir ve benzer şekilde, birçok çalışma duygusal stres, kronik korku ve yalnızlığın bağışıklık sistemimizi nasıl tehlikeli bir şekilde zayıflatabildiğini ve sağlığımızı nasıl yıprattığını göstermektedir.

Lütfen okumaya devam edin. Covid-19'un sadece sahte bir aldatmaca olduğunu ileri sürmüyorum ya da birçok insanın yaşadığı trajediyi küçümsemeye yahut reddetmeye çalışmıyorum.

Ona farklı bir açıdan bakmamızı öneriyorum: Covid-19 zihinlerden ve ruhlarımızdan bağımsız bir tehlike değil de ama aslında, bir kuantum olgusu, yani kolektif olarak var olmaya çağırdığımız ortak bir rüyanın karakteri olabilir mi? Şimdiye kadar kavrayamadığımız kolektif bilinç altı âlemlerine derinden gömülmüş bir şeyin somutlaşması ya da çok derin bir enfeksiyonun yaşayan bir sembolü olabilir mi?

Carl Jung’un Kırmızı Kitap’ı
Jung kendi bilinç dışını keşfetmeye başladığında, hayal gücünü Kırmızı Kitap'ın temelini oluşturan bir dizi deftere kaydetti. Jung’un Kırmızı Kitap’taki resimlerinden bazıları, Budizm ve diğer dinlerde evrenin bir temsili ve meditasyona yardımcı olarak kullanılan mandalaları andırıyor. Jung, mandalanın tüm dünyada bulunan insana ait en eski dini sembollerden biri olduğuna inanıyordu. "Mandalanın yani dairenin karesinin, hayallerimizin ve fantezilerimizin temel kalıplarını oluşturan birçok arketipik motiflerden biri olduğunu" belirtiyor ve şöyle devam ediyor: “…hatta bütünlüğün arketipi olarak da adlandırılabilir.

Zihin Virüsleri ve Korku Büyüsü

Amerika ve Kanada yerlilerinin sözlü geleneklerine geri giden Yerli Amerikalı bilim adamı Jack D. Forbes, Kolomb ve Diğer Yamyamlar (Columbus and Other Cannibals) isimli kitabında şöyle yazıyor: “Birkaç bin yıldır insanlar bir tür vebadan muzdarip; bu cüzzamdan daha kötü bir hastalık, sıtmadan daha kötü bir hastalık, çiçek hastalığından çok daha korkunç bir hastalık.” Algonkin halkı ve diğer yerli halklar, beyaz adamın akıl hastalığını, 15. ve 16. yüzyıllarda kendi anavatanlarına geldiklerinde “Wetiko” olarak tanımladılar ve kelimenin tam anlamıyla yamyamlık olarak tercüme edildi: “bir kişinin kendi kişisel amacı veya çıkarı için bir başkasının hayatını tüketmesi. ” Forbes bu kısmı şöyle tamamlamış; “Bu hastalık insanoğlunun bildiği en büyük salgın hastalıktır.”

Sıklıkla bir zihin virüsü olarak adlandırılan Wetiko, kendini diğerlerinden ayrık bir egonun kafesi ile çaresizce sınırlanmış olarak görmenin kökleşmiş yanılsamasını ifade eder. Bu soyutlanma bakış açısına göre, diğerleri ya rakip olarak ya da av olarak görünür. Korkunun temel koşul olduğu bir dünya görüşünde, kavga ve sömürü rasyonel, empati ise saçma ve duygusal görünür.

5000 yıllık ataerkinin, 500 yıllık kapitalizmin ve 50 yıllık neoliberalizmin ardından, Wetiko (Batı) dünyamızın ve yaşamımızın neredeyse her alanını tanımlıyor. Doğal dünyanın eriştiği en büyük yıkımı kutlayan bir ekonomik sistemi “başarı” olarak kabul edebilmemizin sebebi, bu virüsün bize de bulaşmasıdır. Wetiko kalplerimizi uyuşturdu; hem içimizde hem dışımızda bulunan yaşama dair kutsallığı ve yaşamın acısını algılama yeteneğimizi bulandırdı. Kronik bir şekilde, bu empati hissetme yetersizliği yüzünden sayısız varlık yok oluyor.

Ekonomideki suni değerleri en üst düzeye çıkarmaya yönelik mecburiyetten tutun, aşkın istismara ve bozuk ilişkilere dayanan şekilde yaşanmasına kadar, Wetiko hastalığı o kadar olağan hale geldi ki, artık bu şekilde tanımlanmıyor. İçler acısı bir bencillik kültü insanlığın sosyal dokusunu ve Dünya’nın kutsallığını aşındırdı. Sonuç olarak şimdi her yerde korku var: Terk edilme korkusu, ölüm korkusu, yaşam korkusu, cinsellik korkusu, ceza korkusu, bir çöküş yaşayacağımız korkusu… Burjuva ahlakının sevimli görünen tarafı korkunun çocuklarının özgürce dolaştığı psikolojik bir temeli gizliyor. Korkunun bu çocukları; kalıcı bir öfke, genel bir güvensizlik, bağımlılıklar, depresyon, can sıkıntısı, sapkınlık, tüketim açlığı, kontrol ve gizli veya açık şiddet eğilimi gibi olgular...

Covid-19 anlatısı, insanlığa böyle rekor bir hızda bulaşabildi çünkü korku, insanlık içinde o kadar köklü ve bilinçsiz ki artık içimizde neler olduğunun farkında değiliz.

Trajedi şu ki, virüs bilincimizin gölgesinde faaliyet gösteriyor. Kendimizi ve başkalarını bilmeden enfekte ediyoruz. Forbes'in yazdığı gibi, “otoriter aile yapıları”, “erkek egemenliği”, “kadınlara boyun eğdirme” ve “cinselliğe karşı aşırı olumsuz tutumlar” ve ideolojik düzeyde “ırksal ve kültürel üstünlük kavramları”  yoluyla hastalık tarafından koşullandırılmış oluyoruz.

Bu çerçeveye sıkıştıktan sonra, günlük etkileşimlerimizde, birbirimizin kör noktalarından ve acılarından beslenip onları besleyerek hastalığı dikkatsizce sürdürüyoruz. İçten içe korktuğumuz şeyi başkalarına veya dışsal olaylara yansıtarak, korkumuzun geldiği yeri bastırır ve bir yandan da onu doğrulamış oluruz. Tehlikenin dışımızda olduğuna inanıyoruz, bu yüzden kendimizi ondan korumaya çalışıyoruz ve bu nedenle genellikle kendimizi korumaya çalıştığımız tehlikeyi devam ettirecek şekilde hareket ediyoruz. Jung bu mekanizmayı “gölge projeksiyonu” olarak tanımlıyor.

Bilinçsiz olarak korku tarafından yönlendirildiğimiz ölçüde, manipülasyona duyarlı hale geliriz. Milyonlarca insan bilinçsiz gölgelerini başkalarına yansıttığında ise herkesin tam da kaçmaya çalıştığı tehlikeyi ortaya çıkarmış oluyoruz. Wilhelm Reich, Hitler'in yükselişi sırasında bu dinamikleri açıkça ortaya koymuştu (1933 tarihli Faşizmin Kitle Psikolojisi kitabına bakabilirsiniz) ve bugüne kadar tüm totaliter rejimler de bu temele dayanır.

11 Eylül'den sonra bize düşmanımızın Müslüman dünyası olduğu söylenmişti; şimdi “düşman” görünmez oldu ve her kapı kolunda bizi bekliyor olabilir ya da öpüşürken, sarılırken ve hatta nefes alırken bile bize bulaşabilir. Zihnimizde oynayan nevrotik sinema ne kadar abartılı olursa, dış güçlerin bizi çıkarları için kontrol etmesi ve kullanması da o kadar kolay olur.


Büyük Ortaya Çıkış

İnsanlık için zor bir yüzleşmeden çok daha fazlası olan Covid-19 salgını, Wetiko'nun ortalığı talen eden kitle enfeksiyonundan kolektif bir şekilde iyileşmemiz olasılığını da içeriyor. Covid-19’u, altında yatan Wetiko hastalığının küresel bir şekilde vücut bulması (ya da sembolik simülasyonu) olarak anlamlandırabiliriz. Her şiddetli salgında olduğu gibi, daha derin örüntüler sökülüp küresel bir düzeyde yalın ve görünür oluyor.

Şimdi Wetiko'nun eş zamanlı olarak ortaya çıkışına, bozulmasına ve yoğun bir şekilde abartılmasına tanık oluyoruz:

  • Ekolojik seviyede, Covid-19, medeniyetimizin sonsuz büyüme için doyumsuz açgözlülüğünün doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı. Muhtemelen vahşi hayvanlar virüsü insanlara, onlara yuva olan doğal ekosistemlerin uygarlık "ilerlemesinin" ekolojik tahribat silindiri tarafından ezilmesinden sonra aktardılar. Öte yandan şimdi Çin'de havanın ne kadar çabuk temizlendiğini, vahşi yaşamın kentsel alanlara geri dönme hızını ve aniden eski ekolojik tahribat çabalarının gözümüzün önünde nasıl çöktüğünü (örneğin Amerikan hidrolik kırma endüstrisi) görmek de aynı şekilde hayrete düşüyor.
  • Ekonomik seviyede, Covid-19, bardağı taşıran ve uzun vadede gecikmiş bir finansal çöküşün zincirleme reaksiyonunu başlatan son damla oldu. Evlere kapanmak, küreselleşmiş ekonomimizi tam gelişmiş, hızlı bir “buharlaşmaya” soktu, tüm endüstriler durdu, milyonlarca işçi bir günde işten çıkarıldı ve borsalar çakıldı. Fosil yakıt endüstrisi, 100 yıllık tarihinde, belki de bir daha altından kalkamayacağı en büyük sorunla karşı karşıya. Amerikan Merkez Bankası şu anda büyük bankalara günde 1 trilyon dolar borç veriyor, yani ekonomik sistemin yaşam desteğini zar zor sağlıyoruz.
  • Sosyal ve psikolojik seviyelerde, aşırı Wetiko davranışlarının hem kolektif bir çılgınlığa yol açtığını hem de birçok insanı özgürleştiğini görüyoruz. Bir yandan sosyal atomizasyon, kontrol arzusu ve benmerkezci bir panik gerçeküstü zirvelere ulaştı. Aile içi istismarda ve liberal toplumların hızla polis devletlerine dönüşümünde büyük bir artış görüyoruz; solcular bile hükümetin baştan aşağı güçlendirilmesini ve sivil özgürlüklere getirilen kısıtlamaları övüyorlar. Diğer yandan, karşılıklı dayanışmaya dayalı ve tabandan gelen binlerce yerel örgütlenme bir gün içinde ortaya çıktı. Milyonlarca insan ender bir düşünceye kapılıyor ve şunu soruyor; “asıl önemli olan ne?” Karantinada kilitli kalırken kendimiz, özlemlerimiz ve hayatlarımızla karşı karşıyayız. Ve birçok kişi, zaten ne kadar derinden “sosyal olarak mesafeli olduğumuzu” fark ediyor; güvencesiz bir işgücü piyasasının rekabetçi idealleri ile ve kişilerarası özgün bir bağlantıya kuramayaşımızın sonucu bu.
Bir Yol Ayrımı

Bundan sonra ne olacağı belirsiz, ancak ekonomik yıkımın başlatacağı zincirleme reaksiyonun kaçınılmaz olabileceği tahmininde bulunabiliriz. Küresel acil durum devam edebilir. Başka bir deyişle, yakın bir zamanda veya belki de bir daha asla normale dönmeyebiliriz.

Önümüzdeki birkaç hafta ve aylarda yaşanacaklar, gelecek yıllar boyunca dünyayı şekillendirecek. Gelecek, entropi güçlerine direnen ve normale dönüşün silik umutlarına kapılanların aksine, küresel toplum için farklı bir vizyon önerme fırsatı olarak kaos ve yıkımı kucaklayabilenlerin yanında olacaktır.

Şok Doktrini kitabının yazarı Naomi Klein şöyle söylüyor: “Tarihin bize öğrettiği bir şey varsa, o da şok anlarının son derece geçici olduğu. Ya çok fazla kayba uğruyoruz, seçkinler tarafından soyup soğana çevriliyoruz ve onlarca yıl boyunca bunun bedelini ödüyoruz ya da sadece birkaç hafta öncesinde imkansız gibi görünen ilerici zaferler kazanıyoruz. Şu an cesaretimizi yitirme zamanı değil.”

Astronomik borçlarla şişen ve üstel büyüme zorunluluğu ile yönetilen küreselleşmiş kapitalist sistem, geri dönüşü olmayan bir kırılma noktasına geldi. Mevcut güçler ya sistem değişikliğine gidecekler ya da inatla ve daha acımasız bir güçle eski sisteme arka çıkmaya devam edecekler. Önümüzde birçok farklı gelecek olasılığı bulunsa da, karşımıza çıkan iki zıt senaryo üzerinden karşılaştığımız tarihi seçimin keskin zıtlığını vurgulamak istiyorum:

- Senaryo 1: Denetim Kapitalizmi (Surveillance Capitalism

Aylarca süren tecrit sonrasında, insanlar karantinayla var oldukları yeni dönemi kabullenirler. Hükümetler sivil özgürlükleri, insan haklarını ve çevre korumalarını ortadan kaldırır ve sağlık ve güvenlik bahanesiyle eşi görülmemiş düzeyde denetim teknolojisini uygulamaya sokar. Mobil uygulamalar yalnızca insanların fiziksel hareketlerini değil, aynı zamanda biyokimyasal reaksiyonlarını izlemek için de kullanılmaya başlanır. Gideon Lichfield'in yazdığı gibi, “müdahaleci denetim uygulamaları temel bir özgürlüğümüz için, yani diğer insanlarla bir arada olabilmemiz için küçük bir bedel olarak kabul görür.” Her gün korku uyandıran mesaj bombardımanının arka tarafında, hükümetler serveti alttaki %99'luk kesimden elitlere doğru yeniden dağıtımını yapar. Bankalar, fosil yakıt ve hava yolu endüstrileri vergi mükellefinin parası ile kurtarılırken, sosyal güvenlik ve halk sağlığı sistemleri daha da parçalanır. Kemer sıkma önlemleri ve nakit paranın kaldırılması, çalışan kesimi, yoksulları ve evsizleri daha da ötekileştirir. Genel duyarsızlaşma ve uyuşma öyle bir noktaya ulaşır ki, sınırlarda her gün göçmenlerin avlanması ya da diğer acımasızlıklar karşısında artık herhangi bir ahlaki tavır sergilenmez. İnsanlar dairelerine kilitlenmiş, bir bulaşıdan korkar, dijital vücut algılayıcıları tarafından izlenirken mevcut güçler insanların kendilerini organize etme ve direnme yetenekleri neredeyse tamamen sakatlanmış olurlar. Protestolar veya grevler devam ederse, kitle iletişim araçları yeni tehlikeli enfeksiyonların yayıldığını duyurabilir, böylece hükümetler “toplumumuzu güvende tutmak için” hızla yeni sokağa çıkma yasakları uygulayabilirler. Bir noktada, iklimsel bozulmalarla, su krizleri ve gıda kıtlığı daha da kötüleştiğinde, sistem artık çöküşünü gizleyemez hale gelir. Kaos ve şiddet açığa çıkar. Zenginler uzak bölgelerdeki korunaklı yerleşkelerine çekilirken, halk da giderek parçalanan kentsel merkezlere sıkışıp kalırlar.

- Senaryo 2: Ekolojik ve Sosyal Özgürleşme

Belirsizlik ve ekonomik dağılma aylarında, milyonlarca insan temel ihtiyaçlarını karşılamak için tabandan gelen yerel örgütlemelere başlar. Bu sıkıntılı dönemde, topluluğun, dayanışma ve yerelliğin gücünü yeniden keşfederler. İnsanlar hastalık ve zorluklar karşısında birbirlerine yardım ederken, empati ve dayanışma ruhu yayılır. Aylarca süren işsizlik, kamu kargaşası ve gıda kıtlığı sonucunda, güçlü hükümet ve normale dönme umutları nihayet kaybolur. Birçok kişi ya yalnız kalıp çöküş yaşayacağını ya da dayanışma içinde bugünleri atlatabileceğini fark eder. İnsanlar yerel organik ürünler tedarik etmek için ortak bahçeler ve gıda kooperatifleri kurmaya başlar ve enerji tedariğini merkezden bağımsızlaştırmak ve demokratikleştirmek amacıyla güneş enerjisi için çalışma kolları oluştururlar. Gittikçe daha fazla insan kırsalda topluluklar kurmak için şehirleri terk eder. Burada güvene dayalı ve sevgi dolu bir yaşam tarzı oluşturabilmek adına radikal sosyal deneyimlere ve ekosistemi onarmaya girişirler. İnsanlar iklim krizine yanıt olarak ilerici hükümetlerle birlikte büyük ölçekli ekolojik rehabilitasyon konusunda birlikte çalışırlar. Hükümetler de Evrensel Temel Gelir sistemi getirerek vatandaşların oluşturduğu kurumları destekler. Bu şaşırtıcı sosyal ve ekolojik hareketin arka planında, derin bir kültürel ve manevi dönüşüm gerçekleşir. Bunlar, Wetiko’nun hakimiyet kurma dürtüsü yerine yaşayan her şeyle işbirliği yapmaya, toplum yığınlarını atomize etmek yerine güvene dayalı topluluklar oluşturmaya, Eros’un ve dişilin ataerkil dışlanışı yerine sevgiyi özgürce ve saygınlıkla yaşamanın kutlanmasına, Dünya’yı hizaya sokmaya çalışmak yerine onun özünde var olan kutsallığını onurlandırmaya ve ölüm korkusu yerine sonsuz varlığımızı kabul etmeye uzanan dönüşümleri kapsayabilir.



Sistem Değişimi: Zamanı Geldi

Totalitarizmin tehlikeleri korkunç ve gerçektir ki zaten birçok ülkede bunu görüyoruz. Ancak unutmamalıyız ki, bu önlemler, hâlihazırda sonu gelen bir sistemin ancak ölümünü uzatmaya yarar. Bu noktada, küreselleşmiş kapitalizm sadece korku dolu gelecek tahminlerimiz ve yeni bir şeyi hayal edemememiz sayesinde canlı durumda; yani eğer insanlar korkuyu geride bırakıp istedikleri ortak bir gelecek vizyonu etrafında birleşebilirlerse, kaçınılmaz geçişi durdurabilecek hiçbir şey olmayacak.

Sistem değişikliğinin anahtarlarının hayatımızın üç temel mecrasında yattığını görüyorum:

Spiritüel Mecra:

Wetiko'yu öngörülemez gerçeküstü yüksekliklere çıkartmış olan Covid-19, tuhaf bir şekilde varlığımızı boyutsal bir değişime çağırıyor. Dispelling Wetiko (Wetiko’dan Kurtulmak) kitabının yazarı Paul Levy'nin belirttiği gibi, Wetiko hastalığının içine gizlenmiş olan anti-virüs, onun rüya gibi görünen doğasına yani dünyamızı kökten değiştirme potansiyeli olan bir farkındalığa uyanmaktır.

Wetiko'nun bizim dışımızdaki somutlaşmış örneklerine (örneğin virüsler, dış düşmanlar veya totalitarizmin tehlikeleri gibi) bizden ayrılarmış gibi tepki vermeye devam edersek, tam da ondan korkma sebebimiz olan dinamikleri beslemeye devam edeceğiz. Fakat Wetiko'nun kendi içimizde var olduğunu görmeye başlarsak, üzerimizdeki kontrolünü de kaybeder. Merhamet, önceden sadece korktuğumuz, yargıladığımız veya nefret ettiğimiz şeyi anlamaya doğru gözlerimizi açar. Güven bizi dünyayla ve yoldaşlarımızla uzlaştırır. Merhamet ve güven, Wetiko'nun nihai anti-virüsleridir.

Aniden uyanabilir ve tüm tahakküm sistemlerinin hiçbir zaman nasıl “gerçek” olmadığını ve onların “gerçekliği”nin her zaman sadece rızamızla var olduğunu fark edebiliriz. Para, otorite, toplum, salgın hastalıklar - artık sağlam ve değişmez olduğuna inandığımız şeylerin rüya gibi doğasını görebilir hale geliriz.

Wetiko'nun korkutucu ağından uyanmak, aynı zamanda Yaşamın birbirine bağlı ağına uyanmaktır. Bu, Batı dünyasındaki geldiğimiz noktadan o kadar derin bir değişim ki, onun için kelime bile bulmak bile çok zor. Korku dolu zihin her zaman derhal sonuca atlamak, çözüm bulmak ya da düzeltmek ister. Ama belki de şimdi böyle bir “düzeltme” yoktur. Belki de bu ânın istediği şey, tüm kibir, üstünlük ve tahakküm kavramlarımızı bırakmak ve insanı aşan bir zekaya ve rehberliğe teslim olmak; Dünya'daki yerimizi ve merkezine Dünya’yı koyan yerli halkların bilgelik kültürünü araştırmamızdır. Bu tür bir birlik deneyiminde anlamı açık, mutlak ve derin şifa veren bir gerçek yatar: tüm yaşam kutsaldır. Bu sadece kişisel bir deneyim değil, aynı zamanda Yaşamın kendine özgü matrisinden bir içgörüdür. Bu matrise uyumlu olduğumuzda, korku, enfeksiyon ve şiddetin kısır döngülerinin dışında durabiliriz.

Toplumsal Mecra:

Wetiko ilişkisel olarak vuku bulduğu için, dağılması da kolektif bir gayret gerektirir; öyle ki bu, Dünya’yla ve birbirimizle olan bozuk ilişkimizi şifalandırıp, kendi aramızda derin bir güven geliştirebileceğimiz bir birlikte yaşamın oluşturulması için tarihi bir projedir.

Güven inşa etmek için, bizi artık yalan söylemeye, kendimizi gizlemeye veya korumaya zorlamayan koşullara gereksinimimiz var. Hem birbirimizi tam olarak tanıyabildiğimiz ve hem de gerçekte ne düşündüğümüzü, hissettiğimizi, sevgimizi ve arzumuzu göstermeye cesaret edebildiğimiz yaşam, sevgi, çalışma ve ilişki yöntemlerine ihtiyacımız var. “Güven” sıkça kullanılan bir kelimedir, ancak kırılganlığımızın en yüksek seviyede olduğu sevgi, cinsellik ve maneviyat gibi ruhlarımızın narin mecralarında bu ne anlama gelir? Bu, toplumsal bir devrim gerektirir. Bir akıl hocam ve öğretmenim olan ve Sacred Matrix (Kutsal Matris)'in yazarı Dieter Duhm şöyle yazmış; “Güven sadece psikolojik olarak sınıflandırılmaz; her şeyden önce -ve en önemlisi- sürdürülebilir ve sistemli bir güveni oluşturmak için tüm toplumsal yapıyı yenilememiz gerekir, bu nedenle de politik bir terimdir. Bu devrim, kitle hareketlerinde hemen meydana gelmeyebilir, ancak küçük bir grupta başlayabilir ve yeni bir bilinç alanı oluşturarak oradan topluma yayılabilir. 40 yıllık radikal deneyimlere dayanan “Healing Biotopes Plan” (Yaşam Alanlarını Şifalandırma Planı) bu kapsamlı dönüşüme ilişkin bir vizyon sunuyor.

Politik ve Ekonomik Mecra:

Uzun vadede özgürlük, kısa vadede insan hak ve özgürlüklerine getirilen kısıtlamalara dayanma kapasitesi gerektirir. Bu sosyal uzaklaşma zamanında, özellikle ötekileştirilmiş olan herkesle, “onlara karşı biz” anlatılarını reddederek birlikte bir dayanışma içinde duralım.

Küreselleşmiş sistem çöktükçe, yerelleşme geleceğin anahtarı olacak. Şimdi su, gıda ve enerji için tedarik sistemlerini merkeziyetçilikten bağımsızlaştırma, onarıcı tarıma ve ekosistem restorasyonu uygulamalarına yatırım yapma, tohum bankaları ve tohum takas ağları oluşturma ve karşılıklı yardım, kaynak paylaşımı ve armağan/takas ağlarını ve ekonomik işleyişlerini kurma zamanı. Yerelleşme sadece gıda egemenliği sağlamakla kalmaz, aynı zamanda politik özerkliğe de bir yol sunar; kendi temel ihtiyaçlarımızdan sorumlu olduğumuz için, aşağıdan yukarıya doğru işbirliğine dayalı kararlar almak için bir araya gelebiliriz. Çeşitli ekosistem restorasyon uygulamalarından permakültür, tohum saklama ve eko-köy hareketlerine, Extinction Rebellion (Yok Oluş İsyanı) gibi büyük ölçekli toplumsal hareketlere ve Rojava ve Zapatistalar gibi radikal taban demokrasisi deneyimlerine kadar, dünya bu yolun uygulanabilir olduğunu gösteren binlerce örnek sunuyor.

Spiritüel, sosyal ve ekonomik-politik alanlar birbirinden ayrılamaz şekilde iç içe geçtiği için, başarılı bir sistem değişikliği, birbirine paralel bu üç mecradaki derin yapısal dönüşümlere dayanır. Bu, her şeyi aynı anda yapmamız gerektiği anlamına gelmez; bu, birbirimizi desteklememiz gerektiği anlamına gelir. Bir yandan birbirimizin farkında olarak, her birimiz şu anda yapmaya ve olmaya çağrıldığımız şeyi derinlemesine dinleyebilir miyiz? Tecrit ve sosyal uzaklaşma anlatıları bizi korkutmak ve ayrı tutmak için tehdit ettiği ölçüde, bu krizden geçme kabiliyetimiz de topluluk olduğumuzu hatırlayarak işbirlikleri düzenleme ve inşa etme yeteneğimize dayanır.

Ne yaparsak yapalım, bunun eşsiz ve tarihi bir olasılık ânı olduğunu hatırlayalım. Julian Assange'in hapishane hücresinden Yanis Varoufakis'e telefonla söylediği gibi, “Her şey elden gidiyor… Şimdi her şey mümkün.” Ve Covid-19'un bize öğrettiği bir şey varsa, o da kolektif davranışların etkili değişimleri aslında bir gecede gerçekleşebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder