23 Nisan 2020 Perşembe

Yeraltı Dünyasına Yolculuk: Salgın Süresince Mitler Bize Ne Öğretebilir?


Yeraltı Dünyasına Yolculuk: Salgın Süresince Mitler Bize Ne Öğretebilir?

Zak Stein, Stephen Jenkinson ve Charlotte Du Cann ile Söyleşiler


(Makalenin İngilizce orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...)



Bizi güneşin ve toprağın ötesine çeken şey nedir? Köklerimiz, bizi dünyaya bağlayan o görünmeyen yerlerin ne kadar derinine ulaşıyor? Bildiğimiz gerçeklik sona erip de yeni bir dünyaya daldığımızda böyle sorular ortaya çıkar. Bu yeni dünya, trajediden acı çekerken aynı zamanda yeni bir potansiyele gebe; hem tanıdık geliyor hem de yabancı.

Geçtiğimiz ay Rebel Wisdom, salgını anlamlandırabilecek en parlak akılların bazılarını konuk etmişti. Birçoğu sistem teorisyeni olan bu insanlar, bu krizin neden Covid-19'un çok ötesine uzandığına ve sonrasında olabileceklere dair çok değerli görüşler sundular. Ben de arkadaşlarım, aktivistler ve sanatçılarla hem kişisel WhatsApp sohbetlerimde hem de sayısız Zoom görüşmelerinde, yaşadığımız günlerin ikilemi hakkında konuştum. Bir yandan ıstırabın bitmesine dair arzumuz ortak ama aynı zamanda yeni bir şeyin inanılmaz potansiyelini de hissediyoruz.

Antik Yunan'da zaman için iki kelime vardı; Chronos ve Kairos. Birincisi, 'kronolojik' kelimesini elde ettiğimiz doğrusal zaman anlamına gelir. Kairos ise farklıdır; dikkat kesildiğinizde görebileceğiniz, yeni bir başlangıcın görünüp kavranabileceği ani ve değişken bir zamanı ifade eder. Şu an bulunduğumuz yer bu. Kendisini geleceğe yönelen uğraşlarıyla tanımlayan kültürümüz, yeraltı dünyasının zamansızlığına tıkılıp kaldı; burası öyle bir yer ki hortlaklar ve seyyahlarla dolu; bir yanda sonsuz olasılıklar ve diğer tarafta güçlü bir tehlike barınıyor. Bu salgın bizi kahramanca bir maceraya çağırmadı; aksine bizi sessizliğe, karanlığa ve alçakgönüllülüğe inmeye zorladı.

Yeraltı dünyasının lafı açıldığında aslında mitopoetiğin (mitlerin yaratılmasının) dilini konuşmaya başlıyoruz. Böyle zamanlarda çok önemli olduğuna inandığım, çok eski ve çok önemli bir bilme biçimine yaslanıyoruz. Bu yeraltı dünyasında yolumuzu nasıl bulabileceğimizi keşfetmek için, eşik ile yüz yüze gelmenin ne demek olduğuna kendini adamış üç kişiyle konuştum. Yazar, fütürist ve eğitim reformcusu olan Dr. Zak Stein, ölüm ve ölmeye dair kültürel bir aktivist, yazar ve öğretmen olan Stephen Jenkinson ve gazeteci, öykücü ve bir edebiyat kolektifi olan Dark Mountain Project’te (Karanlık Dağ Projesi’nde) editör olan CharlotteDu Cann.



Yanında Öleceğimiz Mitler

Psikoloji bilimi, bilinçdışı bir zihnimiz olduğu fikrinden doğmuştu ve sinirbilimciler henüz yakın zamanda yaşamsal süreçlerimizin büyük kısmının bilinçli farkındalığımızın dışında gerçekleştiğini ortaya koydu. Bilinçdışının doğası, tabiatı gereği gizemli bir yer. Bugüne dek yaşamış insanlardan bu bölgeyi en derinden keşfeden kişi Carl Jung. İnsanlığa ait tüm bilişlerin kodlanıp saklandığı, karmaşık bir semboller ve arketipler dünyasının haritasını ayrıntılarıyla ortaya koydu. Bu alan bizlerden önce yaşamış ve kolektif olarak deneyimlerini paylaşmış olan tüm insanların bilişlerini içeriyor.

Kemiklerimize o kadar derinlemesine gömülmüş ki, hiç kimseyle temasları olmayan kültürlerin anlattığı mitlerde ve hikâyelerde bile ortaya çıkıyorlar. Mitlerde bulunan ortaklıkları inceleyenler, özellikle Joseph Campbell ve Christopher Booker, Jung'un tek bir monomit şablonu olduğuna dair içgörülerinden yararlanıyorlar ve bu monomitin dünyadaki neredeyse her hikâyede tezahür eden, yeniden ve yeniden anlatılan tek bir mit olduğunu ileri sürüyorlar. Bu noktada bir mit ile bir hikâyenin farkını belirtmek önemli. Bunun için ilk defa Andreas Kornevall’dan duyduğum tanımı kullanacağım: bir hikâyenin belirli bir yazarı vardır ancak mitin yoktur. Birçok kültürde mitler toprağın kendisinden gelir. Tek bir insan değil, ondan çok daha büyük bir şey tarafından dile dökülürler. Bu mitler bize dünyayla olan ilişkimizi, insan olmak için yaptığımız yolculuğu ve sonunda insan olduğumuzda rolümüzün ne olması gerektiğini anlatırlar.

Palyatif bakım hizmetinde çalışırken ölmekte olan binlerce insanla oturduktan ve ölüm konusu ile ölme sürecine karşı tutumumuzu değiştirme hakkında birkaç kitap yazdıktan sonra Stephen Jenkinson, insan olmanın ne demek olduğunu derinlemesine araştırmaya devam ediyor. Daha önce şunları söylemişti: “İnsanlar doğmaz, yapılırlar. Kültür diye isimlendirmeye layık olan her kültür mutlaka insan yapımı ile hemhal olmuştur. Ama zaman zaman nasıl insan olunacağını unutmak da insan olmanın doğasındadır.”

Mitler, bu ‘insan yapımının’ temel bir parçasıdır; varlığımızı uygun bağlama yerleştirir ve bize psikolojik bir tutarlılık verir. Jenkinson'ın belirttiği gibi, mesele zengin mitlere sahip gelenekleri olan yerli kültürlerin daha iyi halklar olması ya da bizde olmayan gizli bir bilgeliğe sahip olmaları değil; onlar da herkes gibi zorluklarla mücadele ederek acılar çekiyorlar. Bununla beraber, çoğu zaman, onlara insan olmanın ne anlama geldiğini hatırlatan, açık bir mitopoetik yapı tarafından desteklenen, tutarlı bir gerçeklik görüşüne başvurabiliyorlar. Kültürümüz parçalarına ayrılıyorken şimdi kendi köklerimize baksak, aynı tutarlılığı bize verebilecek kadar derine inen kökler bulabilir miyiz?

Ben bulabileceğimize inanmıyorum. Ancak psişelerimize derinden kodlandığı için, şu an yaşadığımız geçiş bölgesinde nasıl insan olacağımıza dair talimatları psişemizde bulabiliriz. Onları bulmak için kendi köklerimize derinlemesine nasıl ulaşacağımızı ve ruhlarımızdaki hikâyelerle ne yapacağımızı bilmemiz gerekiyor. Mitopoetiğin dilini konuşmayı öğrenmeliyiz; bu, sembollerden ve niyetten oluşan grameri; arketipler, sezgi ve malum olmayı; rüyalar, gizemler ve ebediyetten bu yana dış yüzeyin altında vuku bulan büyük dramaları kapsıyor.



Eşiğin Dili

Ve insanlar olarak her zaman, dünya tepetaklak olduğunda ve kendimizi bizimkinden oldukça farklı yeni bir dünyada bulduğumuzda neler olacağına dair hikâyeler anlattık. Gnostik bir mit olan Sophia’dan tutun Stranger Things dizisine ya da Matrix filmine dek bu yeniden ve yeniden ortaya koyuldu. Bu konuya ilişkin daha önce ayrıntılı olarak yazmıştım.

Mitlerimizin ve hikâyelerimizin ortak noktası şu; her biri kendi içsel büyüme yolculuklarımızın dışsal bir ifadesi. Kahramanlarımız olağan bir durumla başlar ve sonra bir Macera Çağrısı alırlar; bir sihirbaz, prenses veya bir Jedi olduklarını öğrenirler. İleride sınanıp dönüşüme uğrayacakları bilinmeyen bir dünyaya doğru ilk eşiği geçerler.

Burada bir duralım, çünkü tam şu anda olduğumuz yer eşiğin bu geçilme aşaması. Eşik (threshold) kelimesinin Latincesi aynı zamanda “liminal (sınır/eşik)” kelimesinin de geldiği “limen”dir. Threshold kelimesi zaten kendi anlamını taşıyor; eski İngilizce’de evlerin kapı boşluğunu ifade ediyordu. Yani kelimenin tam anlamıyla evlerimize doğru kapı boşluğuna (threshold) adım attık, böylece bize hem tanıdık gelen hem de tamamen biçim değiştirmiş bir eşik (liminal) alanına adım atmış olduk.

Zak Stein, felsefe, eğitim reformu ve gelişim psikolojisi merceğinden ele alarak bu “dünyalar arasındaki boşluk” kavramını kapsamlı bir şekilde yazmıştı. Kısa süre önce Emerge’de, "Covid-19:Cennette Bir Savaş Çıktı" başlıklı bir makale yazdı; bu makalede şu an kendimizi içinde bulduğumuz mitopoetik manzarayı irdeliyor. Eşikte (liminal bir alanda) olmanın ne anlama geldiğini ona sordum:

“Yönümüzü yitirmemize ve korkmamıza sebep olan ilk şey… Yönümüzü yitirmek ve korku, bildiğimiz tek dünya ortadan kalktığı ve yerine henüz bir diğeri yerleşmediğinde ortaya çıkıyor. Buradaki deneyim, bir yandan sizi yüzeysel şeylere kıyasla daha derin köklerle hayata bağlayacak bir arayış, diğer yandan da yelkenleri fora edip açılma özgürlüğü sunuyor. Hem yönünüzü yitirme duygusu, hem de kavrama, isteme ya da hayal etme itkisi.”

Bu yönünü kaybetme hali, birçok kahramanın ilk eşiği geçtiğinde karşılaştığı şeylerden biridir. Yine de engelleri aşmaya, düşmanlarını yenmek için onlarla karşılaşmaya ve büyük sıkıntılarla yüzleşmeye devam ediyorlar ya da ejderhayı öldürüyorlar ve sonuçta halklarına altınla geri dönüyorlar. Aslında kahramanın bu yolculuğunu kendime model alarak ona bağlıyım; inzivalarımı ona göre şekillendiriyorum, hatta bir yazar olarak hikâye yapısını ve olayları da onun rehberliğinde kurguluyorum. Fakat içinde bulunduğumuz bu eşik (liminal) alanın farkına vardıkça, bu bağlılığımla ilgili de bir o kadar huzursuz hissediyorum. Gerçekten de şu anda bir maceraya mı çağırılıyoruz? Kaderimizi kontrol altında tutmaya devam edelim diye, mücadele etmeye, kazanmaya, başarmaya mı çağrılıyoruz? Yıllardır doğayı, birbirimizi ve kendi arzularımızı aşmaya çalıştık, çabaladık, bunun için mücadele ettik; bizi şu anda karşı karşıya kaldığımız kavşağa getiren de bu olabilir.

Şu anda, çaba göstereceğimiz şey ne? Şu anda, ne tür bir dünyanın doğmak istediğini acaba biliyor muyum? İleri yönde hareket ve eylem arzum, kendi kültürel koşullamamın ve kişiliğimin bir sonucu olabilir. Belki de büyüyüp bundan sıyrılmanın zamanı gelmiştir. Stephen Jenkinson'ın konuşmamızda ifade ettiği gibi:

“Şimdi durmaya zorlandınız. Şimdiye dek durmuş olmayı seçebilirdiniz. Belki de gelecekte bizi, olur da hatırlanırsak, utanç, aşağılanma ve mahcubiyet ile hatırlamazlar. Onun yerine bizi gönüllü olarak akıllarını başlarına alamayan ve bu nedenle akıllarını başlarına almaya gönülsüz şekilde zorlanmış bir neslin insanları olarak hatırlarlar. Yok olmak yerine, yenilmeye razı olan insanlar olarak hatırlarlar. İrademizin kendi sınırlarını tanımasıyla irademizin gücünün nasıl da yenildiğine bir bakın.”

Bu bizim aşina olduğumuzdan çok farklı bir inisiyasyon türü. Charlotte Du Cann, mitler konusunda bir uzman olarak yıllardır modern kültürle mitlerin nasıl ilişkili olduğunu araştırıyor. Konuştuğumuzda, kahramanın yolculuğunun (hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olmasına rağmen) sadece eril bir yönünü gösterdiği için eleştirilebileceğini belirtti. Ayrıca içinden geçebileceğimiz bir tür dişil inisiyasyon da vardır. Bazı açılardan, bu eril yolculuğun tam tersi gibidir; bir prenses olarak başladığınız, tevazuyla bir alt sınıfa doğru indiğiniz ve aynı zamanda sizi çok daha yüce bir şeye dönüştüren bir yolculuktur.

“Okuduğum tüm dişil mitlerde ve peri hikâyelerinde klasik anlatı şöyledir; Külkedisi gibi ters yüz olur ve ışıltılı elbisenizi kaybedersiniz. Sarayda başlarsınız ve sonra mutfakta ateşin başında ve küllerin dibinde farelerle ve diğer mutfak yaratıkları ile beraber oturarak son bulursunuz. Ya da ormana gidersiniz -Rus masallarında olduğu gibi- ve orada Baba Yaga ile karşılaşırsınız. Baba Yaga, tıpkı Venüs gibi, zor görevler verir. Bunlar zor görevlerdir çünkü gezegende düzgün yaşamak için çetin ve becerikli olmanız gerektiğini bilirler. Size öğrettikleri şey, gezegende bir prenses olamayacağınızdır. Güzel olabilirsiniz, ama prenses olamazsınız. Aşağı inmeniz gerekir.”

Aşağı inmek demek, Latincesi “humus” olan “dünya” ya da “yer” ile ilişkimize dönmek demektir. Alçakgönüllülük (humility) kelimesi de bu kökten türemektedir, hatta nihayetinde insan (human) kelimesi de…



Eşiği Geçmek

“Birkaç yaşam değerinde olan çok yoğun bir yolculuktayız. Çok yoğun. Bu noktada bir haritamız olmadığı gibi nereye gittiğimizi de bilmiyoruz. İncil mitinden bir alıntı yapacak olursak; vahşi doğada hep beraber başıboş dolaşıyoruz gibi görünüyor. Ve ne zaman vahşi doğada olsak, tapınağımız da yanımızda gelir. Bu tapınak mekansal değil, zamansaldır. Demek istediğim, birlikte olduğumuzda, durum ne kadar kötü olursa olsun, bu tapınakları zamanda yaratmayı ve insanların şu ana kadar bunu her zaman başardıklarını hatırlayabiliriz.” – Zak Stein

Vahşi doğada bu şekilde dolaşmak için alçakgönüllülük gerekir. Ve bu yadsınamaz derecede zorlayıcıdır. Bilineni terk ettiğimize göre, kendimizi psişelerimizde şimdiye dek bastırılmış güçlü kuvvetlere açıyoruz.

Stein şöyle açıklıyor; “Psişeyi dolduran farklı türdeki sesler ve arketipler arasında bir savaş var... Ve kendi hayal gücünüzde gerçek dünyanın cenneti ya da cehennemi andıran olasılıklarını görmeye başlıyorsunuz. Şu anda gördüğümüz şey bu. Herkesin hayal gücü olabilecek en kötü senaryoya, hani sadece filmlerde görebileceğinizi sandığınız korkunç şeylere kayıyor. Şimdi bunlar birden bire gerçek deneyiminize taştı. Ekranda izlediğiniz ve bir mit olma anlamında efsanevi görünen şeyler artık gözünüzün önünde oynuyor. Yani gökyüzü (cennet) ve yeryüzü (dünya) birbirine girdi.”

Eşiğin, yeraltının ve mitlerdeki öteki dünya tasvirlerinin temel niteliği budur. Burası birçok kuvvetin buluştuğu bir kavşaktır. Ve tüm kavşaklarda olduğu gibi o da tehlikeli olanla beslenir. Stein şöyle devam ediyor:

“[Bazı] insanlar, diğer yandan, radikal bir pozitiflik ile bunun içinden çıkma olasılığı görüyor; hemen şu anda trajedi ve acıya tepki olarak bir ütopyayı oluşturalım. Cennet gibi bir ekonomik sistem kurma fantezisi bu. Bu fantezide kapitalist dünya sistemini bir düğmeye basıp durdurabiliyoruz ve herkesi bir anda durduruyoruz… iyi de bir dakika. Zaten bu oldu. Yani, yine gökyüzü ve yeryüzü birbirine girmiş oldu. Ortada seçimleri yapan, seçiyormuş gibi hisseden, sersemlemiş akıl almaz hayali bir iktidar var. Şimdi kötü karaktere mi dönüşeceksin, yoksa bir kahramana mı dönüşeceksin?”

Eşikteyken kahraman olmak ne anlama gelir? Herhalde muntazam bir dünyada kahraman denince akla gelen şey değil. Belki şu tersyüz etme durumu burada geçerlidir. Yani yeraltı dünyasında hayatta kalacaksak eski kültürümüzün birbirine karşıt niteliklerini aynı anda somutlaştırmamız gerekir. Kontrolcülüğümüz üzerinde alçakgönüllülük gibi. Mücadele ve çabalarımız üzerinde kabul ve teslimiyet gibi. Bu pasif olalım demek değil, hareket etme şeklimizi değiştirmek anlamına gelir. Ve buna yardımcı olsun diye her birimizin yaşamındaki nihai değişim noktasından, nihai tersyüz oluşumuzdan kendimize biraz bilgelik çıkarabiliriz.



Ölüm ve Sonlar

“İnsan yapmanın kabı ölümdür. Üç kuruşluk kültürler bile bunu bilir. Başarı değil, büyüme değil, mutluluk değil. Ölüm. Yaşam sevginizin beşiğidir bu; yaşam sona erer.” – Stephen Jenkinson

Kültürümüzde temel bir şey sona erdi. Tam olarak bunun ne olduğunun üstüne basamıyorum. Eşikteki birçok şey gibi bunu da kavraması zor. Ama bu sona eren şeyden yeni bir şey doğuracaksak, sonlarla uzlaşmamız gerekiyor. Nihai sonla yüzleşmek zorundayız, Covid-19'un bizi bakmaya zorladığı şey bu: kaçınılmaz ölümlerimiz.

Stephen Jenkinson, bir Kanada hastanesinde palyatif bakım ekibinin baş danışmanı olarak ölen insanlar ve aileleriyle kapsamlı bir şekilde çalıştı. Çalışmalarının çoğu ölüme karşı çarpık ve olgunlaşmamış tutumlarımız ile bunun kültürümüz üzerindeki etkisine dikkat çekiyor.

Jenkinson ölüm ve sonlar konusunda dilimizin yoksunluğunu belirtiyor. Geçişlerden ya da diğer tarafa intikal etmekten konuşmayı yeğliyoruz. Yeraltı dünyasında kaybolmadan seyahat edeceksek bu yeni çağ (new age) fantezilerini bir kenara koymamız gerekiyor. Hem Jenkinson’ın ifade ettiği hem de birçok ruhsal öğretide anlatıldığı gibi, eğer ölümü kucaklamaz ve onurlandırmazsanız gerçek anlamda yaşıyor olamazsınız.

Doğumun yeni bir başlangıç olması gibi, ölüm de nihai sondur. Öbür dünyaya inanıp inanmamanız ayrı bir konu. Fakat ölümü bir son olarak reddetmek, yaşamı yaşamaya değer kılan derin özlem ve kaçınılmazlıktan kendimizi mahrum etmektir. Kendi korkularımızı bastırmak için ölümü sterilize etmeye veya kontrol etmeye çalışırken kaybediyoruz. Taocu bilgeliğin öğrettiği gibi, başlangıçlar ve sonlar birbirini ima eder. Çürümeyi gerçekten onurlandırmadan yeniden doğuma ulaşamayız. Jenkinson palyatif bakımda çalıştığı zamanlarda, bireysel seviyede ölümü karşılamakta zorlandığımızın farkına varır. Bu dönemde yaşadıklarını da anlaşılır bir şekilde aktarıyor. Ölmekte olduğunu gördüğü insanlarla ilgili bana şunları söyledi:

“Kullandıkları dilde, ölmekte oldukları gerçekliğine dair en ufak bir ipucu ya da işaret yok. Böylece dil, gerçeklere karşı bir tür sigorta poliçesi haline geliyordu. Sanki ifade etmeye yaklaşmaya çalışıyormuş gibi davranıyorlardı. Ama sonunda şaşkınlıktan ağızları bir karış açık halde, salyaları akarken desentize ediliyor (hassasiyetleri azaltılıyor) ve yatıştırılıyorlardı. Kendi ölümlerine yönelik konuşamamalarının bir sonucuydu bu. Böyle yapmaları konusunda yönlendirilmiş ve teşvik edilmişlerdi ve sonuçta da böyle oluyordu.”

Kendimizi yatıştırmak için kültürümüzde milyonlarca yöntem var. Netflix, iş, uyuşturucular, seks, alkol ya da elimize her ne geçerse. Ve aynı yaklaşımı ölüme de uyguluyoruz - ki ölüm gördüğümüz her şeyi eşitleyen bir tesviye aleti gibi. Peki ya bundan kaçmamayı öğrenseydik, gerçeklerle doğrudan karşılaşmayı göze alıp bireyler olarak “iyi” ölseydik… Jenkinson’a bir kültür için “iyi” ölmenin ne demek olduğunu sordum:

“Çok sevdiğin birisinin ölmekte olduğunu hayal et. Onunla olan ilişkinin adabı nasıl olurdu? Olmakta olan şey karşısında kendini nasıl idare ederdin? Bu soru evinizde ölmekte olan bir kişi için ya da şu yaşadığımız zamanlar için de aynı şekilde geçerlidir. Böyle zamanlarda bir şeyler yapabilme konusundaki hırsımızın ne kadar bitik olduğuna dair bir anlık aydınlanma yaşarız. Peki ne yapardın? Benim aklıma gelen cevap, o günün gerçekliğine sadakatle tanıklık etmek. Kendini ölmekte olanın huzurunda mevcut olacak şekilde düzenlersin; ölüme rağmen değil, ölümün üstesinden gelmek için değil, sırf herkes daha iyi hissetsin diye sanki ölüm orada değilmiş gibi yaparak değil, aksine her şeyi riske atarak, ilişkini, arkadaşlığını ya da he neyse onu riske atarak orada hazır olursun. Ve daha fazla zamanınız olduğu zannını da bir kenara koyarsın. Çünkü daha fazla zamanınız yok.”

Yaşadığımız şu zamanlarda hakikati eğip bükmeye ve saçmalıklara (ki bunların hala yaygın olduğunu düşünüyorum) direnen bir şey var. Bunun kısmen ölümün nihai meta-anlatı olmasından kaynaklandığına inanıyorum; çünkü ölüm gerçek-ötesi (post-truth) olmayan ve olmayacak tek şey. “Bizi Bağlayacak Bir Hikâye” (AStory to Bind Us) isimli yazımda tür olarak yeni, daha akıcı ve karmaşık bir meta-anlatıya ihtiyacımız olduğuna dair inancımı ifade etmiştim. Söyleşimiz sırasında Zak Stein’ın da belirttiği gibi bu anlatı ölümle sağlıklı bir ilişki içermeli ve tabii bununla sınırlı kalmamalıdır. Ölümle sağlıklı bir ilişki içinde olmak da, gerçeklikle sağlıklı bir ilişki içinde olmak demektir.

Jordan Hall, Rebel Wisdom’da David Fuller ile yakın zamanda yaptığı konuşmada, 2008'den sonra ekonomimizin durumuna dair şöyle bir metafor kullandı; sanki bir yarışta koşucusunuz, bir ayak bileğiniz kırık ve büyük miktarlarda eroin ve uyuşturucu almış, koşmaya çalışıyorsunuz. Bir süre iyi gidiyor gibi görünüyor. Ta ki uyuşturucuların etkisi geçene dek. Şu anda sistemimizde olan da bu, uyuşturucuların etkisi geçti, kendimizi sakinleştiremediğimiz gibi daha iyi bir dünyaya doğru ilerlemek için eski bağlarımızı da koparamıyoruz. Fred Rogers’ın ünlü sözünde olduğu gibi, “eğer bir şey hakkında konuşulabiliyorsa onu idare etmek de mümkündür.” Biz de dünyamızın sonunun geldiğini konuşmaya başlayabiliriz, hatta başlamalıyız. Ama Jenkinson’ın belirttiği gibi, bunu nasıl yapacağımızı öğrenmemiz gerekiyor.

“Bunu yapmak tuhaf ve yabani hissettirecektir ki zaten nasıl yapılacağını da bilmiyoruz. Bitişlere inanmayan kültürümüzde bitişleri nasıl ele alacağımızı anlatan bir adap da yok… Bir şeye sonuna kadar eşlik etmek dediğim ‘radikal sevgi’ adabının savunuculuğunu yapmaya çalışıyorum. Açıkla dediklerinde kullandığım ifade bu. Şimdi yapmamız gereken de bu. Yaşam biçimimiz dibe ilerlerken sonuna kadar ona eşlik etmeye istekli olmalıyız. Bu, çok daha az şey ile yaşamak demek. Bu da çok fazla bilinmezlik içerir.”



Dönüşüm

Sonlara geldiğimizde bütünlüğü ve yeni şeylerin ortaya çıktığı toprağı buluruz. Dönüşüm, birçok mit alimine göre, mitin en önemli unsurudur. Fakat kendi başına dönüşüm hiçbir şey ifade etmez; monomitin anlattığı bireyin dönüşüm hikâyesi kaçınılmaz olarak bireylerin kendi dünyalarına, topluluklarına dönüp hak ettikleri yere gelmeleriyle devam eder.  

Charlotte Du Cann, bu mitlerin bize ne anlatmaya çalıştığına dair derin bir anlayışa sahip. Salgının başlangıcında Outbreak (Salgın) adlı bir yazı yazdı, bu yazısında birçok başka mitle beraber Psyche’nin mitinden bahsediyor. Psyche bir tanrıça değil, etrafındakiler tarafından ilahlaştırılmış güzel bir ölümlüdür. Gerçek aşkını bulmak için yeraltına bir yolculuğa çıkmak zorundadır. Ona, tohumları ayıklamak gibi, çok sayıda sıradan görevler verilir. Bu da onun dönüşüm sürecini başlatır.

Du Cann, bu mitin günümüzde kilit bir önemi olduğuna inanıyor. Tıpkı Psyche gibi (ki bu kelime Yunanca’da ‘kelebek’ anlamına da geliyor) bizler de sonucunda dünyaya geri döneceğimiz bir dönüşüm sürecine giriyoruz. Tohumları ayıklama alçakgönüllülüğüne geri dönüyoruz. Tıpkı isminin anlamı gibi, onu değiştirip dünyaya getiren koza budur. Bu, kendimizi dönüştürmek için bizi 'dışarıda bir yere' çağıran kahramanın yolculuğundan çok daha farklı. Du Cann’ın Salgın yazısında dile getirdiği gibi; “Gidişatımızı dönüştürmek ve değiştirmek için her türlü uyarıya ve nasihate direndikten sonra, şimdi, kolektif olarak gönüllü karantinalar ve izolasyonlarla kendi kozamıza girmeye ve nesiller önce yapmamız gereken şeyi yapmaya zorlanıyoruz.”

Konuşmamızdan birkaç gün önce Du Cann, aynı Psyche gibi tohum ayırıyormuş. İnsanlar dayanıklı temel gıdalara yönelince, artan taleplere yetişebilmesi için bir arkadaşının gıda şirketindeymiş. Bu çok uygun, Du Cann’ın da söylediği gibi, mitler uzun zamandır doğal dünyayla ve özellikle tarımla bağlantılı olmuşlardır. Antik gizemcilik okulları bu mitleri güçlü psikodramalarla sahneleyerek insanların mevsimlerle, birbirleriyle ve tahıl, ölüm ve yeniden doğumun tanrıçalarıyla bağlantı kurmasını sağladı. Şimdi kriz sırasında tedarik zincirlerimiz sıkıntıya düşünce, birçok kişi ilk defa tam olarak yediklerimizin nereden geldiğini merak etmeye başladı ve gıdanın yetiştirilmesinden bu derece kopuk olmanın huzursuzluğunu hissediyor. Şimdi bir mit üzerine konuşmak yerine, atalarımızın yaptığı şekilde bir miti yaşamanın bize ne anlam ifade ettiğini konuşmalıyız.

Du Cann şöyle açıklıyor; “Bu fikri seversiniz ya da sevmezsin, mesele bu değil. Mesele, yeraltı dünyasına gidiyormuş gibi hissettiren bu şeyi somutlaştırabilmek, bu dönüşümü varlığınızda tutabilmek.” Ve devam ediyor: “Peki bu nasıl bir his? Gıda üretimimizle ilişkimiz nasıl? Çünkü esas nokta bu. Bütün uygarlıklar tahıla bağlıdır; bu ister pirinç, ister fasulye, ister darı ya da Amerika’da olduğu gibi mısır olsun. Öncelik budur, somuttur. Ve bunu mitsel bir ilişkiyle aşıladığınızda, o zaman oturup her ekmek yediğinizde ya da oturup her tahıl yediğinizde bu bağlantı ve rezonans size kendini belli eder.”

Şu anda Psyche’nin yolculuğu gibi dişil bir inisiyasyon geçiriyor olabiliriz. Bu arada şunu belirtmek de önemli, Jungiyen bakış açısından konuşursak, her birimizin içsel bir dişil ve eril yönü vardır. Burada bahsettiğim şey erkek ya da kadın olmakla ilişkili ancak bununla sınırlı değil. Bu, dünya hakkındaki anlayışımızı şekillendiren derin ve ilkel arketiplerle ilgili. Ve bu arketipler bilinçli zihinlerimizle algılayabildiğimizden daha derin seviyelerde iş görürler.



Özet: Hortlaklar ve Seyyahlar

Bu yazı için konuştuğum üç insanın her biri ve buna eşlik eden filmimiz oldukça farklı geçmiş deneyimlerden geliyorlar. Ancak her biri, birbirinden bağımsız olarak, karşılaştığımız şeylerle yüzleşmek için yeni bir insan türü olmanın öneminden bahsetti. Stephen Jenkinson’a göre iyi ölmenin bir kısmı, sizi tam anlamıyla insan olmaktan alıkoyan şeyler karşısında bile insan kalma sözünü vermeyi içeriyor. Zak Stein ise yabanda başıboş dolaşırken bir araya gelmemizin ve tapınağımızı da bizimle beraber taşımanın kendi yükümlülüğümüz olduğunu öne sürdü. Kendi kalplerimize ve birbirimize yakın durmalıyız. Büyük bir alçakgönüllülük ve cesaret yolculuğuna çıkmaya hazırlıklı olmalıyız, çünkü Charlotte Du Cann’ın söylediği gibi, yeraltı dünyasına inmek çok kolay, oradan çıkabilmek içinse başka tür bir insan olmamız gerekiyor.

Bu bizi değiştirecek bir yolculuk, hatta belki kendimizi tanımayacağımız ölçüde bir değişiklik. Peter Limberg'in de belirttiği gibi, bu yolculuk belki kültürümüzün özü için yapılacak bir sonraki büyük savaşın yapılabileceği yer olabilir. O buna “eşikteki savaş” diyor. Şu anda böyle bir savaşın taraflarını oluşturan iki memetik kabile görüyorum. Bir kısım, önceden olduğu gibi işlerine geri dönmeyi isteyenler, diğer kısım ise bu durumu yeni bir şeyin doğumu için fırsat olarak görenler. İlk gruba Hortlaklar, ikincisine de Seyyahlar diyeceğim.

Seyyahlar eşikten çıkarken en azından ne olduğu hakkında bir anlamlandırmaya sahip olacaklar. Gözleri açık şekilde yolculuk ederken salgının getirdiği acı ve trajedinin farkında olacaklar. Eşikten geçmek, şu anda yeni bir şey doğurmak için gereken köklü değişikliklerle uğraşmayı gerektirir. Böylece şimdiden ölmüş durumda olan eski ekonomik sisteme ve kültürel değerlere geri dönmeyiz.

Fakat bazılarımız değişmeyi istemeyebilir ya da artık öldüğümüzü kabullenebilir. Hikâyelerimizde böyleleri için “hortlak” deriz. Hortlaklar huzur bulmamışlardır, çünkü geçmişte sahip oldukları kimliği yitirdiklerini ve artık eskiden yaşadıkları yerde yaşamadıklarını kabullenmezler. Yeraltına yolculuğumuz boyunca bunu unutmaya ve bir hortlak olmaya doğru çekileceğiz. Yani “işlerimize eskiden olduğu gibi geri dönmeye” ve eski sistemin paradigmasını, tıpkı 2008’de yaptığımız gibi kabullenmeye çekileceğiz.

Ancak eşik tuhaf bir yerdir. Bir hortlak her an bir seyyaha ve bir seyyah da yönünü yitirip bir süreliğine bir hortlağa dönüşebilir. Bu geçişler sürekli olacak ve bunun arasından yolumuzu bulabilmek de bize kalmış. Eğer tapınağımızı yanımızda taşır, insanlığımızı hatırlar ve heyecanla alçakgönüllülük ve özlemimizle birbirimizi arayıp bulmaya çalışırsak, o zaman yeraltı dünyasından ölülerin ördüğü dersleri öğrenerek çıkabiliriz.


Bu yazıya Rebel Wisdom’un Youtube kananlında bulunan ve Stephen Jenkinson, Charlotte Du Cann ve Zak Stein ile yapılan görüşmelerin yer aldığı bir film eşlik etmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder