Yeraltı Dünyasına Yolculuk: Salgın Süresince Mitler Bize Ne
Öğretebilir?
Zak Stein, Stephen Jenkinson ve Charlotte Du Cann ile
Söyleşiler
(Makalenin İngilizce orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz. İyi okumalar...)
Bizi güneşin ve toprağın ötesine
çeken şey nedir? Köklerimiz, bizi dünyaya bağlayan o görünmeyen yerlerin ne
kadar derinine ulaşıyor? Bildiğimiz gerçeklik sona erip de yeni bir dünyaya
daldığımızda böyle sorular ortaya çıkar. Bu yeni dünya, trajediden acı çekerken
aynı zamanda yeni bir potansiyele gebe; hem tanıdık geliyor hem de yabancı.
Geçtiğimiz ay Rebel Wisdom, salgını
anlamlandırabilecek en parlak akılların bazılarını konuk etmişti. Birçoğu
sistem teorisyeni olan bu insanlar, bu krizin neden Covid-19'un çok ötesine
uzandığına ve sonrasında olabileceklere dair çok değerli görüşler sundular. Ben de arkadaşlarım, aktivistler ve sanatçılarla hem kişisel
WhatsApp sohbetlerimde hem de sayısız Zoom görüşmelerinde, yaşadığımız günlerin
ikilemi hakkında konuştum. Bir yandan ıstırabın bitmesine dair arzumuz ortak
ama aynı zamanda yeni bir şeyin inanılmaz potansiyelini de hissediyoruz.
Antik Yunan'da zaman için iki
kelime vardı; Chronos ve Kairos. Birincisi, 'kronolojik'
kelimesini elde ettiğimiz doğrusal zaman anlamına gelir. Kairos ise farklıdır;
dikkat kesildiğinizde görebileceğiniz, yeni bir başlangıcın görünüp
kavranabileceği ani ve değişken bir zamanı ifade eder. Şu an bulunduğumuz yer
bu. Kendisini geleceğe yönelen uğraşlarıyla tanımlayan kültürümüz, yeraltı
dünyasının zamansızlığına tıkılıp kaldı; burası öyle bir yer ki hortlaklar ve seyyahlarla
dolu; bir yanda sonsuz olasılıklar ve diğer tarafta güçlü bir tehlike barınıyor.
Bu salgın bizi kahramanca bir maceraya çağırmadı; aksine bizi sessizliğe,
karanlığa ve alçakgönüllülüğe inmeye zorladı.
Yeraltı dünyasının lafı
açıldığında aslında mitopoetiğin (mitlerin yaratılmasının) dilini konuşmaya
başlıyoruz. Böyle zamanlarda çok önemli olduğuna inandığım, çok eski ve çok
önemli bir bilme biçimine yaslanıyoruz. Bu yeraltı dünyasında yolumuzu nasıl bulabileceğimizi
keşfetmek için, eşik ile yüz yüze gelmenin ne demek olduğuna kendini adamış üç
kişiyle konuştum. Yazar, fütürist ve eğitim reformcusu olan Dr. Zak Stein, ölüm ve ölmeye dair kültürel
bir aktivist, yazar ve öğretmen olan Stephen Jenkinson ve gazeteci, öykücü ve bir edebiyat kolektifi olan Dark Mountain Project’te (Karanlık Dağ
Projesi’nde) editör olan CharlotteDu Cann.
Yanında Öleceğimiz Mitler
Psikoloji bilimi, bilinçdışı bir
zihnimiz olduğu fikrinden doğmuştu ve sinirbilimciler henüz yakın zamanda yaşamsal
süreçlerimizin büyük kısmının bilinçli farkındalığımızın dışında gerçekleştiğini
ortaya koydu. Bilinçdışının doğası, tabiatı gereği gizemli bir yer. Bugüne dek
yaşamış insanlardan bu bölgeyi en derinden keşfeden kişi Carl Jung. İnsanlığa
ait tüm bilişlerin kodlanıp saklandığı, karmaşık bir semboller ve arketipler
dünyasının haritasını ayrıntılarıyla ortaya koydu. Bu alan bizlerden önce yaşamış
ve kolektif olarak deneyimlerini paylaşmış olan tüm insanların bilişlerini
içeriyor.
Kemiklerimize o kadar
derinlemesine gömülmüş ki, hiç kimseyle temasları olmayan kültürlerin anlattığı
mitlerde ve hikâyelerde bile ortaya çıkıyorlar. Mitlerde bulunan ortaklıkları
inceleyenler, özellikle Joseph Campbell ve Christopher Booker, Jung'un tek bir
monomit şablonu olduğuna dair içgörülerinden yararlanıyorlar ve bu monomitin dünyadaki
neredeyse her hikâyede tezahür eden, yeniden ve yeniden anlatılan tek bir mit
olduğunu ileri sürüyorlar. Bu noktada bir mit ile bir hikâyenin farkını
belirtmek önemli. Bunun için ilk defa Andreas Kornevall’dan duyduğum
tanımı kullanacağım: bir hikâyenin belirli bir yazarı vardır ancak mitin
yoktur. Birçok kültürde mitler toprağın kendisinden gelir. Tek bir insan değil,
ondan çok daha büyük bir şey tarafından dile dökülürler. Bu mitler bize
dünyayla olan ilişkimizi, insan olmak için yaptığımız yolculuğu ve sonunda
insan olduğumuzda rolümüzün ne olması gerektiğini anlatırlar.
Palyatif bakım hizmetinde
çalışırken ölmekte olan binlerce insanla oturduktan ve ölüm konusu ile ölme
sürecine karşı tutumumuzu değiştirme hakkında birkaç kitap yazdıktan sonra
Stephen Jenkinson, insan olmanın ne demek olduğunu derinlemesine araştırmaya
devam ediyor. Daha önce şunları söylemişti: “İnsanlar
doğmaz, yapılırlar. Kültür diye isimlendirmeye layık olan her kültür mutlaka
insan yapımı ile hemhal olmuştur. Ama zaman zaman nasıl insan olunacağını
unutmak da insan olmanın doğasındadır.”
Mitler, bu ‘insan yapımının’ temel
bir parçasıdır; varlığımızı uygun bağlama yerleştirir ve bize psikolojik bir tutarlılık
verir. Jenkinson'ın belirttiği gibi, mesele zengin mitlere sahip gelenekleri
olan yerli kültürlerin daha iyi halklar olması ya da bizde olmayan gizli bir
bilgeliğe sahip olmaları değil; onlar da herkes gibi zorluklarla mücadele
ederek acılar çekiyorlar. Bununla beraber, çoğu zaman, onlara insan olmanın ne anlama geldiğini
hatırlatan, açık bir mitopoetik yapı tarafından desteklenen, tutarlı bir
gerçeklik görüşüne başvurabiliyorlar. Kültürümüz parçalarına ayrılıyorken şimdi
kendi köklerimize baksak, aynı tutarlılığı bize verebilecek kadar derine inen
kökler bulabilir miyiz?
Ben bulabileceğimize inanmıyorum.
Ancak psişelerimize derinden kodlandığı için, şu an yaşadığımız geçiş
bölgesinde nasıl insan olacağımıza dair talimatları psişemizde bulabiliriz. Onları
bulmak için kendi köklerimize derinlemesine nasıl ulaşacağımızı ve
ruhlarımızdaki hikâyelerle ne yapacağımızı bilmemiz gerekiyor. Mitopoetiğin
dilini konuşmayı öğrenmeliyiz; bu, sembollerden ve niyetten oluşan grameri;
arketipler, sezgi ve malum olmayı; rüyalar, gizemler ve ebediyetten bu yana dış
yüzeyin altında vuku bulan büyük dramaları kapsıyor.
Eşiğin Dili
Ve insanlar olarak her zaman,
dünya tepetaklak olduğunda ve kendimizi bizimkinden oldukça farklı yeni bir
dünyada bulduğumuzda neler olacağına dair hikâyeler anlattık. Gnostik bir mit
olan Sophia’dan tutun Stranger Things dizisine
ya da Matrix filmine dek bu yeniden
ve yeniden ortaya koyuldu. Bu konuya ilişkin daha önce ayrıntılı olarak yazmıştım.
Mitlerimizin ve hikâyelerimizin ortak
noktası şu; her biri kendi içsel büyüme yolculuklarımızın dışsal bir ifadesi.
Kahramanlarımız olağan bir durumla başlar ve sonra bir Macera Çağrısı alırlar; bir
sihirbaz, prenses veya bir Jedi olduklarını öğrenirler. İleride sınanıp
dönüşüme uğrayacakları bilinmeyen bir dünyaya doğru ilk eşiği geçerler.
Burada bir duralım, çünkü tam şu
anda olduğumuz yer eşiğin bu geçilme aşaması. Eşik (threshold) kelimesinin Latincesi aynı zamanda “liminal (sınır/eşik)” kelimesinin de geldiği “limen”dir. Threshold kelimesi zaten kendi anlamını
taşıyor; eski İngilizce’de evlerin kapı boşluğunu ifade ediyordu. Yani
kelimenin tam anlamıyla evlerimize doğru kapı boşluğuna (threshold) adım attık, böylece bize hem tanıdık gelen hem de
tamamen biçim değiştirmiş bir eşik (liminal)
alanına adım atmış olduk.
Zak Stein, felsefe, eğitim
reformu ve gelişim psikolojisi merceğinden ele alarak bu “dünyalar arasındaki
boşluk” kavramını kapsamlı bir şekilde yazmıştı. Kısa süre önce Emerge’de,
"Covid-19:Cennette Bir Savaş Çıktı" başlıklı bir makale yazdı; bu makalede şu an
kendimizi içinde bulduğumuz mitopoetik manzarayı irdeliyor. Eşikte (liminal bir alanda) olmanın ne anlama
geldiğini ona sordum:
“Yönümüzü yitirmemize ve korkmamıza sebep olan ilk şey… Yönümüzü
yitirmek ve korku, bildiğimiz tek dünya ortadan kalktığı ve yerine henüz bir diğeri
yerleşmediğinde ortaya çıkıyor. Buradaki deneyim, bir yandan sizi yüzeysel
şeylere kıyasla daha derin köklerle hayata bağlayacak bir arayış, diğer yandan
da yelkenleri fora edip açılma özgürlüğü sunuyor. Hem yönünüzü yitirme duygusu,
hem de kavrama, isteme ya da hayal etme itkisi.”
Bu yönünü kaybetme hali, birçok
kahramanın ilk eşiği geçtiğinde karşılaştığı şeylerden biridir. Yine de
engelleri aşmaya, düşmanlarını yenmek için onlarla karşılaşmaya ve büyük
sıkıntılarla yüzleşmeye devam ediyorlar ya da ejderhayı öldürüyorlar ve sonuçta
halklarına altınla geri dönüyorlar. Aslında kahramanın bu yolculuğunu kendime
model alarak ona bağlıyım; inzivalarımı ona göre şekillendiriyorum, hatta bir
yazar olarak hikâye yapısını ve olayları da onun rehberliğinde kurguluyorum.
Fakat içinde bulunduğumuz bu eşik (liminal)
alanın farkına vardıkça, bu bağlılığımla ilgili de bir o kadar huzursuz
hissediyorum. Gerçekten de şu anda bir maceraya mı çağırılıyoruz? Kaderimizi
kontrol altında tutmaya devam edelim diye, mücadele etmeye, kazanmaya, başarmaya
mı çağrılıyoruz? Yıllardır doğayı, birbirimizi ve kendi arzularımızı aşmaya
çalıştık, çabaladık, bunun için mücadele ettik; bizi şu anda karşı karşıya
kaldığımız kavşağa getiren de bu olabilir.
Şu anda, çaba göstereceğimiz şey
ne? Şu anda, ne tür bir dünyanın doğmak istediğini acaba biliyor muyum? İleri
yönde hareket ve eylem arzum, kendi kültürel koşullamamın ve kişiliğimin bir
sonucu olabilir. Belki de büyüyüp bundan sıyrılmanın zamanı gelmiştir. Stephen
Jenkinson'ın konuşmamızda ifade ettiği gibi:
“Şimdi durmaya zorlandınız. Şimdiye dek durmuş olmayı seçebilirdiniz.
Belki de gelecekte bizi, olur da hatırlanırsak, utanç, aşağılanma ve mahcubiyet
ile hatırlamazlar. Onun yerine bizi gönüllü olarak akıllarını başlarına alamayan
ve bu nedenle akıllarını başlarına almaya gönülsüz şekilde zorlanmış bir neslin
insanları olarak hatırlarlar. Yok olmak yerine, yenilmeye razı olan insanlar
olarak hatırlarlar. İrademizin kendi sınırlarını tanımasıyla irademizin gücünün
nasıl da yenildiğine bir bakın.”
Bu bizim aşina olduğumuzdan çok
farklı bir inisiyasyon türü. Charlotte Du Cann, mitler konusunda bir uzman
olarak yıllardır modern kültürle mitlerin nasıl ilişkili olduğunu araştırıyor. Konuştuğumuzda,
kahramanın yolculuğunun (hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olmasına
rağmen) sadece eril bir yönünü gösterdiği için eleştirilebileceğini belirtti. Ayrıca
içinden geçebileceğimiz bir tür dişil inisiyasyon da vardır. Bazı açılardan, bu
eril yolculuğun tam tersi gibidir; bir prenses olarak başladığınız, tevazuyla
bir alt sınıfa doğru indiğiniz ve aynı zamanda sizi çok daha yüce bir şeye
dönüştüren bir yolculuktur.
“Okuduğum tüm dişil mitlerde ve peri hikâyelerinde klasik anlatı
şöyledir; Külkedisi gibi ters yüz olur ve ışıltılı elbisenizi kaybedersiniz. Sarayda
başlarsınız ve sonra mutfakta ateşin başında ve küllerin dibinde farelerle ve diğer
mutfak yaratıkları ile beraber oturarak son bulursunuz. Ya da ormana gidersiniz
-Rus masallarında olduğu gibi- ve orada Baba Yaga ile karşılaşırsınız. Baba
Yaga, tıpkı Venüs gibi, zor görevler verir. Bunlar zor görevlerdir çünkü gezegende düzgün yaşamak için çetin ve
becerikli olmanız gerektiğini bilirler. Size
öğrettikleri şey, gezegende bir prenses olamayacağınızdır. Güzel olabilirsiniz, ama prenses olamazsınız.
Aşağı inmeniz gerekir.”
Aşağı inmek demek, Latincesi “humus” olan “dünya” ya da “yer” ile
ilişkimize dönmek demektir. Alçakgönüllülük (humility) kelimesi de bu kökten türemektedir, hatta nihayetinde
insan (human) kelimesi de…
Eşiği Geçmek
“Birkaç yaşam değerinde olan çok yoğun bir yolculuktayız. Çok yoğun. Bu
noktada bir haritamız olmadığı gibi nereye gittiğimizi de bilmiyoruz. İncil
mitinden bir alıntı yapacak olursak; vahşi doğada hep beraber başıboş
dolaşıyoruz gibi görünüyor. Ve ne zaman vahşi doğada olsak, tapınağımız da
yanımızda gelir. Bu tapınak mekansal değil, zamansaldır. Demek istediğim,
birlikte olduğumuzda, durum ne kadar kötü olursa olsun, bu tapınakları zamanda yaratmayı
ve insanların şu ana kadar bunu her zaman başardıklarını hatırlayabiliriz.” –
Zak Stein
Vahşi doğada bu şekilde dolaşmak
için alçakgönüllülük gerekir. Ve bu yadsınamaz derecede zorlayıcıdır. Bilineni
terk ettiğimize göre, kendimizi psişelerimizde şimdiye dek bastırılmış güçlü kuvvetlere
açıyoruz.
Stein şöyle açıklıyor; “Psişeyi dolduran farklı türdeki sesler ve
arketipler arasında bir savaş var... Ve kendi hayal gücünüzde gerçek dünyanın
cenneti ya da cehennemi andıran olasılıklarını görmeye başlıyorsunuz. Şu anda
gördüğümüz şey bu. Herkesin hayal gücü olabilecek en kötü senaryoya, hani
sadece filmlerde görebileceğinizi sandığınız korkunç şeylere kayıyor. Şimdi bunlar birden bire gerçek deneyiminize
taştı. Ekranda izlediğiniz ve bir mit olma anlamında efsanevi görünen şeyler
artık gözünüzün önünde oynuyor. Yani gökyüzü (cennet) ve yeryüzü (dünya)
birbirine girdi.”
Eşiğin, yeraltının ve mitlerdeki
öteki dünya tasvirlerinin temel niteliği budur. Burası birçok kuvvetin
buluştuğu bir kavşaktır. Ve tüm kavşaklarda olduğu gibi o da tehlikeli olanla
beslenir. Stein şöyle devam ediyor:
“[Bazı] insanlar, diğer yandan, radikal bir pozitiflik ile bunun
içinden çıkma olasılığı görüyor; hemen şu anda trajedi ve acıya tepki olarak
bir ütopyayı oluşturalım. Cennet gibi bir ekonomik sistem kurma fantezisi bu.
Bu fantezide kapitalist dünya sistemini bir düğmeye basıp durdurabiliyoruz ve
herkesi bir anda durduruyoruz… iyi de bir dakika. Zaten bu oldu. Yani, yine
gökyüzü ve yeryüzü birbirine girmiş oldu. Ortada seçimleri yapan, seçiyormuş
gibi hisseden, sersemlemiş akıl almaz hayali bir iktidar var. Şimdi kötü
karaktere mi dönüşeceksin, yoksa bir kahramana mı dönüşeceksin?”
Eşikteyken kahraman olmak ne
anlama gelir? Herhalde muntazam bir dünyada kahraman denince akla gelen şey
değil. Belki şu tersyüz etme durumu burada geçerlidir. Yani yeraltı dünyasında
hayatta kalacaksak eski kültürümüzün birbirine karşıt niteliklerini aynı anda
somutlaştırmamız gerekir. Kontrolcülüğümüz üzerinde alçakgönüllülük gibi.
Mücadele ve çabalarımız üzerinde kabul ve teslimiyet gibi. Bu pasif olalım
demek değil, hareket etme şeklimizi değiştirmek anlamına gelir. Ve buna
yardımcı olsun diye her birimizin yaşamındaki nihai değişim noktasından, nihai
tersyüz oluşumuzdan kendimize biraz bilgelik çıkarabiliriz.
Ölüm ve Sonlar
“İnsan yapmanın kabı ölümdür. Üç kuruşluk kültürler bile bunu bilir.
Başarı değil, büyüme değil, mutluluk değil. Ölüm. Yaşam sevginizin beşiğidir
bu; yaşam sona erer.” – Stephen Jenkinson
Kültürümüzde temel bir şey sona
erdi. Tam olarak bunun ne olduğunun üstüne basamıyorum. Eşikteki birçok şey
gibi bunu da kavraması zor. Ama bu sona eren şeyden yeni bir şey doğuracaksak, sonlarla
uzlaşmamız gerekiyor. Nihai sonla yüzleşmek zorundayız, Covid-19'un bizi
bakmaya zorladığı şey bu: kaçınılmaz ölümlerimiz.
Stephen Jenkinson, bir Kanada
hastanesinde palyatif bakım ekibinin baş danışmanı olarak ölen insanlar ve
aileleriyle kapsamlı bir şekilde çalıştı. Çalışmalarının çoğu ölüme karşı çarpık
ve olgunlaşmamış tutumlarımız ile bunun kültürümüz üzerindeki etkisine dikkat
çekiyor.
Jenkinson ölüm ve sonlar konusunda
dilimizin yoksunluğunu belirtiyor. Geçişlerden
ya da diğer tarafa intikal etmekten
konuşmayı yeğliyoruz. Yeraltı dünyasında kaybolmadan seyahat edeceksek bu yeni
çağ (new age) fantezilerini bir
kenara koymamız gerekiyor. Hem Jenkinson’ın ifade ettiği hem de birçok ruhsal
öğretide anlatıldığı gibi, eğer ölümü kucaklamaz ve onurlandırmazsanız gerçek
anlamda yaşıyor olamazsınız.
Doğumun yeni bir başlangıç olması
gibi, ölüm de nihai sondur. Öbür dünyaya inanıp inanmamanız ayrı bir konu. Fakat
ölümü bir son olarak reddetmek, yaşamı yaşamaya değer kılan derin özlem ve
kaçınılmazlıktan kendimizi mahrum etmektir. Kendi korkularımızı bastırmak için
ölümü sterilize etmeye veya kontrol etmeye çalışırken kaybediyoruz. Taocu
bilgeliğin öğrettiği gibi, başlangıçlar ve sonlar birbirini ima eder. Çürümeyi
gerçekten onurlandırmadan yeniden doğuma ulaşamayız. Jenkinson palyatif bakımda
çalıştığı zamanlarda, bireysel seviyede ölümü karşılamakta zorlandığımızın
farkına varır. Bu dönemde yaşadıklarını da anlaşılır bir şekilde aktarıyor.
Ölmekte olduğunu gördüğü insanlarla ilgili bana şunları söyledi:
“Kullandıkları dilde, ölmekte oldukları gerçekliğine dair en ufak bir
ipucu ya da işaret yok. Böylece dil, gerçeklere karşı bir tür sigorta poliçesi
haline geliyordu. Sanki ifade etmeye yaklaşmaya çalışıyormuş gibi
davranıyorlardı. Ama sonunda şaşkınlıktan ağızları bir karış açık halde,
salyaları akarken desentize ediliyor (hassasiyetleri azaltılıyor) ve yatıştırılıyorlardı.
Kendi ölümlerine yönelik konuşamamalarının bir sonucuydu bu. Böyle yapmaları
konusunda yönlendirilmiş ve teşvik edilmişlerdi ve sonuçta da böyle oluyordu.”
Kendimizi yatıştırmak için
kültürümüzde milyonlarca yöntem var. Netflix, iş, uyuşturucular, seks, alkol ya
da elimize her ne geçerse. Ve aynı yaklaşımı ölüme de uyguluyoruz - ki ölüm
gördüğümüz her şeyi eşitleyen bir tesviye aleti gibi. Peki ya bundan kaçmamayı
öğrenseydik, gerçeklerle doğrudan karşılaşmayı göze alıp bireyler olarak “iyi”
ölseydik… Jenkinson’a bir kültür için “iyi” ölmenin ne demek olduğunu sordum:
“Çok sevdiğin birisinin ölmekte olduğunu hayal et. Onunla olan
ilişkinin adabı nasıl olurdu? Olmakta olan şey karşısında kendini nasıl idare
ederdin? Bu soru evinizde ölmekte olan bir kişi için ya da şu yaşadığımız
zamanlar için de aynı şekilde geçerlidir. Böyle zamanlarda bir şeyler yapabilme
konusundaki hırsımızın ne kadar bitik olduğuna dair bir anlık aydınlanma yaşarız.
Peki ne yapardın? Benim aklıma gelen cevap, o günün gerçekliğine sadakatle
tanıklık etmek. Kendini ölmekte olanın huzurunda mevcut olacak şekilde
düzenlersin; ölüme rağmen değil, ölümün üstesinden gelmek için değil, sırf
herkes daha iyi hissetsin diye sanki ölüm orada değilmiş gibi yaparak değil, aksine
her şeyi riske atarak, ilişkini, arkadaşlığını ya da he neyse onu riske atarak
orada hazır olursun. Ve daha fazla zamanınız olduğu zannını da bir kenara
koyarsın. Çünkü daha fazla zamanınız yok.”
Yaşadığımız şu zamanlarda
hakikati eğip bükmeye ve saçmalıklara (ki bunların hala yaygın olduğunu
düşünüyorum) direnen bir şey var. Bunun kısmen ölümün nihai meta-anlatı
olmasından kaynaklandığına inanıyorum; çünkü ölüm gerçek-ötesi (post-truth)
olmayan ve olmayacak tek şey. “Bizi Bağlayacak Bir Hikâye” (AStory to Bind Us) isimli yazımda tür olarak yeni, daha akıcı ve karmaşık
bir meta-anlatıya ihtiyacımız olduğuna dair inancımı ifade etmiştim. Söyleşimiz
sırasında Zak Stein’ın da belirttiği gibi bu anlatı ölümle sağlıklı bir ilişki
içermeli ve tabii bununla sınırlı kalmamalıdır. Ölümle sağlıklı bir ilişki
içinde olmak da, gerçeklikle sağlıklı bir ilişki içinde olmak demektir.
Jordan Hall, Rebel Wisdom’da David
Fuller ile yakın zamanda yaptığı konuşmada, 2008'den
sonra ekonomimizin durumuna dair şöyle bir metafor kullandı; sanki bir yarışta
koşucusunuz, bir ayak bileğiniz kırık ve büyük miktarlarda eroin ve uyuşturucu
almış, koşmaya çalışıyorsunuz. Bir süre iyi gidiyor gibi görünüyor. Ta ki
uyuşturucuların etkisi geçene dek. Şu anda sistemimizde olan da bu,
uyuşturucuların etkisi geçti, kendimizi sakinleştiremediğimiz gibi daha iyi bir
dünyaya doğru ilerlemek için eski bağlarımızı da koparamıyoruz. Fred Rogers’ın
ünlü sözünde olduğu gibi, “eğer bir şey hakkında konuşulabiliyorsa onu idare
etmek de mümkündür.” Biz de dünyamızın sonunun geldiğini konuşmaya
başlayabiliriz, hatta başlamalıyız. Ama Jenkinson’ın belirttiği gibi, bunu
nasıl yapacağımızı öğrenmemiz gerekiyor.
“Bunu yapmak tuhaf ve yabani hissettirecektir ki zaten nasıl
yapılacağını da bilmiyoruz. Bitişlere inanmayan kültürümüzde bitişleri nasıl
ele alacağımızı anlatan bir adap da yok… Bir şeye sonuna kadar eşlik etmek
dediğim ‘radikal sevgi’ adabının savunuculuğunu yapmaya çalışıyorum. Açıkla
dediklerinde kullandığım ifade bu. Şimdi yapmamız gereken de bu. Yaşam biçimimiz
dibe ilerlerken sonuna kadar ona eşlik etmeye istekli olmalıyız. Bu, çok daha
az şey ile yaşamak demek. Bu da çok fazla bilinmezlik içerir.”
Dönüşüm
Sonlara geldiğimizde bütünlüğü ve
yeni şeylerin ortaya çıktığı toprağı buluruz. Dönüşüm, birçok mit alimine göre,
mitin en önemli unsurudur. Fakat kendi başına dönüşüm hiçbir şey ifade etmez; monomitin
anlattığı bireyin dönüşüm hikâyesi kaçınılmaz olarak bireylerin kendi
dünyalarına, topluluklarına dönüp hak ettikleri yere gelmeleriyle devam
eder.
Charlotte Du Cann, bu mitlerin
bize ne anlatmaya çalıştığına dair derin bir anlayışa sahip. Salgının
başlangıcında Outbreak
(Salgın) adlı bir yazı yazdı, bu yazısında birçok başka mitle beraber
Psyche’nin mitinden bahsediyor. Psyche bir tanrıça değil, etrafındakiler
tarafından ilahlaştırılmış güzel bir ölümlüdür. Gerçek aşkını bulmak için
yeraltına bir yolculuğa çıkmak zorundadır. Ona, tohumları ayıklamak gibi, çok
sayıda sıradan görevler verilir. Bu da onun dönüşüm sürecini başlatır.
Du Cann, bu mitin günümüzde kilit
bir önemi olduğuna inanıyor. Tıpkı Psyche gibi (ki bu kelime Yunanca’da ‘kelebek’ anlamına da geliyor) bizler de
sonucunda dünyaya geri döneceğimiz bir dönüşüm sürecine giriyoruz. Tohumları
ayıklama alçakgönüllülüğüne geri dönüyoruz. Tıpkı isminin anlamı gibi, onu
değiştirip dünyaya getiren koza budur. Bu, kendimizi dönüştürmek için bizi 'dışarıda
bir yere' çağıran kahramanın yolculuğundan çok daha farklı. Du Cann’ın Salgın
yazısında dile getirdiği gibi; “Gidişatımızı
dönüştürmek ve değiştirmek için her türlü uyarıya ve nasihate direndikten
sonra, şimdi, kolektif olarak gönüllü karantinalar ve izolasyonlarla kendi
kozamıza girmeye ve nesiller önce yapmamız gereken şeyi yapmaya zorlanıyoruz.”
Konuşmamızdan birkaç gün önce Du
Cann, aynı Psyche gibi tohum ayırıyormuş. İnsanlar dayanıklı temel gıdalara
yönelince, artan taleplere yetişebilmesi için bir arkadaşının gıda şirketindeymiş.
Bu çok uygun, Du Cann’ın da söylediği gibi, mitler uzun zamandır doğal dünyayla
ve özellikle tarımla bağlantılı olmuşlardır. Antik gizemcilik okulları bu
mitleri güçlü psikodramalarla sahneleyerek insanların mevsimlerle,
birbirleriyle ve tahıl, ölüm ve yeniden doğumun tanrıçalarıyla bağlantı
kurmasını sağladı. Şimdi kriz sırasında tedarik zincirlerimiz sıkıntıya
düşünce, birçok kişi ilk defa tam olarak yediklerimizin nereden geldiğini merak
etmeye başladı ve gıdanın yetiştirilmesinden bu derece kopuk olmanın huzursuzluğunu
hissediyor. Şimdi bir mit üzerine konuşmak yerine, atalarımızın yaptığı şekilde
bir miti yaşamanın bize ne anlam
ifade ettiğini konuşmalıyız.
Du Cann şöyle açıklıyor; “Bu fikri seversiniz ya da sevmezsin, mesele
bu değil. Mesele, yeraltı dünyasına gidiyormuş gibi hissettiren bu şeyi
somutlaştırabilmek, bu dönüşümü varlığınızda tutabilmek.” Ve devam ediyor: “Peki bu nasıl bir his? Gıda üretimimizle
ilişkimiz nasıl? Çünkü esas nokta bu. Bütün uygarlıklar tahıla bağlıdır; bu
ister pirinç, ister fasulye, ister darı ya da Amerika’da olduğu gibi mısır
olsun. Öncelik budur, somuttur. Ve bunu mitsel bir ilişkiyle aşıladığınızda, o
zaman oturup her ekmek yediğinizde ya da oturup her tahıl yediğinizde bu
bağlantı ve rezonans size kendini belli eder.”
Şu anda Psyche’nin yolculuğu gibi
dişil bir inisiyasyon geçiriyor olabiliriz. Bu arada şunu belirtmek de önemli,
Jungiyen bakış açısından konuşursak, her birimizin içsel bir dişil ve eril yönü
vardır. Burada bahsettiğim şey erkek ya da kadın olmakla ilişkili ancak bununla
sınırlı değil. Bu, dünya hakkındaki anlayışımızı şekillendiren derin ve ilkel
arketiplerle ilgili. Ve bu arketipler bilinçli zihinlerimizle algılayabildiğimizden
daha derin seviyelerde iş görürler.
Özet: Hortlaklar ve Seyyahlar
Bu yazı için konuştuğum üç insanın
her biri ve buna eşlik eden filmimiz oldukça farklı geçmiş deneyimlerden
geliyorlar. Ancak her biri, birbirinden bağımsız olarak, karşılaştığımız
şeylerle yüzleşmek için yeni bir insan türü olmanın öneminden bahsetti. Stephen
Jenkinson’a göre iyi ölmenin bir kısmı, sizi tam anlamıyla insan olmaktan alıkoyan
şeyler karşısında bile insan kalma sözünü vermeyi içeriyor. Zak Stein ise
yabanda başıboş dolaşırken bir araya gelmemizin ve tapınağımızı da bizimle
beraber taşımanın kendi yükümlülüğümüz olduğunu öne sürdü. Kendi kalplerimize
ve birbirimize yakın durmalıyız. Büyük bir alçakgönüllülük ve cesaret
yolculuğuna çıkmaya hazırlıklı olmalıyız, çünkü Charlotte Du Cann’ın söylediği
gibi, yeraltı dünyasına inmek çok kolay, oradan çıkabilmek içinse başka tür
bir insan olmamız gerekiyor.
Bu bizi değiştirecek bir
yolculuk, hatta belki kendimizi tanımayacağımız ölçüde bir değişiklik. Peter
Limberg'in de belirttiği gibi, bu yolculuk belki kültürümüzün özü için yapılacak
bir sonraki büyük savaşın yapılabileceği yer olabilir. O buna “eşikteki savaş”
diyor. Şu anda böyle bir savaşın taraflarını oluşturan iki memetik kabile
görüyorum. Bir kısım, önceden olduğu gibi işlerine geri dönmeyi isteyenler,
diğer kısım ise bu durumu yeni bir şeyin doğumu için fırsat olarak görenler.
İlk gruba Hortlaklar, ikincisine de Seyyahlar diyeceğim.
Seyyahlar eşikten çıkarken en
azından ne olduğu hakkında bir anlamlandırmaya sahip olacaklar. Gözleri açık
şekilde yolculuk ederken salgının getirdiği acı ve trajedinin farkında
olacaklar. Eşikten geçmek, şu anda yeni bir şey doğurmak için gereken köklü
değişikliklerle uğraşmayı gerektirir. Böylece şimdiden ölmüş durumda olan eski ekonomik
sisteme ve kültürel değerlere geri dönmeyiz.
Fakat bazılarımız değişmeyi istemeyebilir
ya da artık öldüğümüzü kabullenebilir. Hikâyelerimizde böyleleri için “hortlak”
deriz. Hortlaklar huzur bulmamışlardır, çünkü geçmişte sahip oldukları kimliği
yitirdiklerini ve artık eskiden yaşadıkları yerde yaşamadıklarını
kabullenmezler. Yeraltına yolculuğumuz boyunca bunu unutmaya ve bir hortlak
olmaya doğru çekileceğiz. Yani “işlerimize eskiden olduğu gibi geri dönmeye” ve
eski sistemin paradigmasını, tıpkı 2008’de yaptığımız gibi kabullenmeye çekileceğiz.
Ancak eşik tuhaf bir yerdir. Bir
hortlak her an bir seyyaha ve bir seyyah da yönünü yitirip bir süreliğine bir
hortlağa dönüşebilir. Bu geçişler sürekli olacak ve bunun arasından yolumuzu
bulabilmek de bize kalmış. Eğer tapınağımızı yanımızda taşır, insanlığımızı hatırlar
ve heyecanla alçakgönüllülük ve özlemimizle birbirimizi arayıp bulmaya çalışırsak,
o zaman yeraltı dünyasından ölülerin ördüğü dersleri öğrenerek çıkabiliriz.
…
Bu yazıya Rebel Wisdom’un Youtube
kananlında bulunan ve Stephen Jenkinson, Charlotte Du Cann ve Zak Stein ile
yapılan görüşmelerin yer aldığı bir film eşlik etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder