28 Ağustos 2020 Cuma

Porsuk Ritüeli

Kocaman bir su kütlesi geçiyor bu şehirden. Sık sık ve sık sık şaşkınlıkla bakıyorum ona. Bazan baktığım su kütlesinin yıllardır baktığım su kütlesi ile aynı olup olmadığını düşünüyorum. Bazan az evvelki nazarımdan bu yana gerçekleşen değişiklikleri ayırt etmeye çalışarak dikkat kesiliyorum, bazan kıyısında dolanan bir kediyi izliyorum, bazan yıllardır orada duran Çınarlara, Akçaağaçlara, Dişbudaklara, Huşlara ve Ihlamurlara bakıyorum. Bazan de dua ediyorum.

Yıllar önce -bir üniversite öğrencisiyken ben- karşılıksız kalan aşklarımın bir ifadesi, bir dua, bir iç dökme olarak, bir ritüel uydurdum. 

Bir insan tek başına bir ritüel uydurabilir mi?
Ben uydurdum.
Bir insan bir su kütlesi ile sohbet edebilir mi?
Ben ediyorum.

Bu ritüeli bir Tilki ile sohbet etmeden çok önce uydurmuştum; bir Tilki ile değil, meğer bir Porsuk'la sohbet etmiştim ilkin.

...



Ritüeli anlatacağım size şimdi.

Senenin ilk karı yağdığında dokuzuncu köprüye gidiyorum. Çünkü dokuzuncu köprü en az rağbet gören, ama manzarası da bir o kadar güzel olan köprüdür. Doğrusunu isterseniz oraya benden başka dokuzuncu köprü diyen yok. Sanırım bu şehirde kimse köprüleri benim kadar umursamıyor. Tıpkı su kütlesini umursamamaları gibi... Halbuki bir su kütlesi ne kadar önemliyse, köprüler de en az o kadar önemlidir. Su kütlesinin kendisi kadar kadim fakat unutulmaya yüz tutmuş bir bilgi bu.

Ne diyordum? Evet, dokuzuncu köprüye gidiyorum, yılın ilk karı yağıyor. Beni kalın eldivenlerim, mavi renkli berem, sanki her an dağda kamp yapmaya gidecekmişim gibi görünen yanlarından cepli havalı pantolonum, bileklerinden korumalı yürüyüş ayakkabılarımla hayal edebilirsiniz. Ayrıca polar bir boyunluğum da var. Kış boyunca bunları giyerim ben, başka kıyafetim yoktur. Bunlar eskidiğinde gidip aynılarından bir tane daha alırım. Aynı kıyafetleri giymeyi severim...

Ne anlatıyordum? Evet, karın yağmasıyla hava yumuşamış olur. Ağzımdan kocaman buharlar salarken muhtemelen kulaklarımdaki kulaklıklarımda bir Kış şarkısı döner. Kulaklıklarım da berem gibi mavidir. Mavi rengini, Tanrı şahidim olsun ki, severim. Fakat gökyüzü mavisi gibi; berrak, açık ve canlı bir maviden bahsediyorum. Gökyüzünü boyamak isteyen bir çocuğun pastel boyalarının arasından seçeceği tek mavi renkten bahsediyorum. Lacivert değil, camgöbeği hiç değil. Düz mavi. Tüm mavilerin en ortasında, en sıradan, en adi olanı. Eğer bir Mavi arketipi olsaydı, bunu ifade edecek olan ortalama ve evrensel maviden bahsediyorum.



Nerede kalmıştım? Ah evet, dokuzuncu köprüye geliyorum. Senenin ilk karı yağıyor. Hava yumuşak. Ağzımdan buharlar çıkarıyorum ve mavi berem kafamda. Köprünün demir tırabzanlarına yaslanıyorum. Aslında bunlara tırabzan denmiyor. Korkuluk deniyor. Köprülerin, hele de böyle demirden ve çelikten yapılmış köprülerin, korkulukları vardır. İnsanlar, olur ya, belki dengelerini kaybeder, ya da belki büyük su kütlesinin kolay kolay karşı koyulamayacak çekimine kapılır, maazallah, düşüverir... Diye... Sanırım... Korkuluk deniyor. Fakat ben tırabzan diyeceğim müsaadenizle. Çünkü bu tırabzanlar beni korkutmuyor. Ayrıca tırabzan kelimesinin tınısı daha güzel; tınısı güzel kelimeler için bir liste yapmıştık bir zamanlar... Bir de kelimeleri bilinçli şekilde yanlış kullanmayı seviyorum. Eğer bilinçli şekilde bir yanlış yapıyorsanız, bu hâlâ yanlış mıdır?

Ne diyordum en son? Hah, dokuzuncu köprüde, evet, yılın ilk karı yağıyor. Kışlık kıyafetlerimle ve mavi beremle ve mavi bir ruh haliye ritüele hazırım. Aslında-korkuluk-olan-tırabzanların üzerinde biriken kara aldırmaksızın, çift katlı kalın eldivenlerimi çıkarıp, ellerimle soğuk demiri kavrıyorum. Soğuğu hissediyorum. Hava yumuşak, doğru. Fakat demir yumuşak değil. Keskin soğuğu ellerimden bedenime çekiyorum. İçimdeki ateşle soğuğun kaynaşmasını izliyorum. İzliyorum dediysem, mecaz konuşuyoruz burada. Mecazdan anlamıyorsanız beyefendi, neden bu ritüel ile bu kadar ilgileniyorsunuz? Neyse... Mecazen izlediğim bu kaynaşma diyordum, nasıl desem, birbiri içinde erime, soğuk ile sıcak, uzak ile yakın... bu temas... yaşam yahu.


Ritüele geliyoruz, evet. Tırabzanın üzerine biriken karlardan çıplak ellerimle üç ayrı top yapıyorum. Bu topların büyüklüğü, ben diyeyim misket köfte siz deyin mürdüm eriği büyüklüğünde. Hayır, daha büyük olmaz. Anlaşma böyle. Bu sırada ellerim üşüyor, hatta biraz da uyuşuyor, ama bu da ritüelin bir parçası. Ben su kütlesine temas ediyorum, o da bana temas ediyor. Ben su kütlesini kavuşturuyorum, o da beni kavuşturuyor. Ben eyliyorum, ben niyaz ediyorum; o buyur ediyor, o dinliyor. Çünkü, evet, anlaşma böyle...

Nerede kaldık? Hah, bu üç kar topu, çok akıllı olanlarınızın hemen tahmin ettiği gibi, üç cemreyi temsil ediyor. Çünkü ritüeller birer temsildir. Gerçeğe doğrudan erişemediğimiz için, temsiller yoluyla ona erişiriz. Evet. Bana inanmıyorsanız köyünüzün büyücüsüne ya da cadısına sorabilirsiniz. Onların da rahatlıkla tasdik edeceği gibi, gerçek, duaların kabul olduğu yerdir. Nasıl ki baharda üç cemre sırayla havaya, suya ve toprağa düşüyorsa, benim kar toplarım da sırayla toprağı, havayı ve ateşi temsilen büyük su kütlesine düşer. Kendileri düşmezler elbette. Ben bahsettiğim sırayla onları büyük su kütlesine bırakırım. Bu sıra önemli. Bu sıralama, Tanrı şahidim olsun ki, çok çok çok önemli. Nasıl ki bahar gelirken ateş, cemre formunda diğer kütleleri yavaşça ve sırayla ısıtıyorsa, kışın başındaki temsili kar topları da suya yavaşça ve sırayla kavuşurlar. Büyük su kütlesi onları ancak ve ancak bu şekilde bağrına basabilir.

Eğer kar yağmamışsa mı? Eh, bunun da cevabı basit: İklimler değişir ama ritüeller değişmez. Ritüeller uyum sağlar. Eğer kar yağmıyorsa bu ritüeli tükürerek, işeyerek ya da ağlayarak da yapabilirsiniz. Tanrı şahidim olsun ki ben hiç büyük su kütlesine işemedim. Belki başka bir gece...

Değişmeyen gerçek şu ki, büyük su kütleleri, su kütleleri arasında ayrım yapmaz, onlar buyur ederler, kavuşurlar, beslerler; her biri tek bir Cansuyu'nun uzantısıdır. Ne diyordum? Hah, evet, büyük su kütleleri bağlayıcıdır. 


...

Kocaman bir su kütlesi geçiyor yaşadığım şehirden. Sık sık şaşkınlıkla ve sık sık hayranlıkla bakıyorum ona. Bazan baktığım su kütlesinin yıllardır baktığım su kütlesi ile aynı olup olmadığını düşünüyorum. "Ben aynı değilsem, o da değildir" diyorum kendi kendime. Bazan az evvelki nazarımdan bu yana gerçekleşen değişiklikleri ayırt etmeye çalışarak dikkat kesiliyorum; farklı bir dalga, değişik bir yansıma, yüzen ağaç dalları, rüzgârın suyun tenine dokunuşu... Bazan kıyısında dolanan bir kediyi izliyorum ve sudaki aksini fotoğraflamak için doğru açıyı bulmaya çalışıyorum. Bazan yıllardır orada duran Çınarların, Akçaağaçların, Dişbudakların, Huşların ve Ihlamurların heybetli gövdelerine bakıyorum uzun uzun. Nelere tanıklık ettiler ve neler biliyorlar? Kökleriyle nereye yürüyorlar? Ve ben, tüm cehaletimle, acaba anlattıkları hangi hikâyeleri duymuyorum?.. Bazan dua ediyorum kendi meşrebimce.

Bazan de bu büyük su kütlesine bakıyorum ve bir zamanlar sevdiğim bir kadının terinin, sidiğinin, regl kanının, tükürüğünün yahut bir göz yaşının tek bir damlasının tek bir molekülünün o an altımdan akmakta olan büyük su kütlesinin içinde olup olmadığını düşünüyorum. Büyük su kütleleri bizi birbirimize bağlar. Mesela döktüğüm terim, sidiğim, menim ve göz yaşlarım bir büyük su kütlesiyle akar, buharlaşıp bulut olur, yağar ve yer altında yolculuk eder, nereye gideceklerini ben tayin edemem, fakat önünde sonunda, her yol gibi, bu yol da ulaşması gereken yere ulaşır; bizi birbirimize bağlar.


Dokuzuncu köprüden Analog Porsuk fotoğrafları, çeşitli yıllarda ve mevsimlerde,
Nikon FM2 - Nikkor 50mm ile çekildi, filmler Fuji 200 ve Ilford 400 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder