Sabahın çok erken saatlerinde, ağır sırt çantamı yüklenmiş -tıpkı bir Kaplumbağa gibi- köy yolunda, çeltik tarlalarının aralarından yürüyorum.
Çeltikleri bir bakışta ayırt edebiliyorum artık. Hatta domatesleri, patlıcanları, mısırları ve biraz tereddütle de olsa biberleri tanıyabiliyorum. Bunu biraz gururlanarak söylediğimi itiraf etmeliyim. Şehirden kırsala geçince, en basit bilgiyi bile başarıdan sayıyor insan.
Ormanevi'nden ayrılırken hava Bulutlu ve keyifli. Güneş ufukta, ağır ağır yükseliyor, arada bir kendini gösteriyor ve ısınıyorum, sonra bir Bulutun ardında kayboluyor, serinlik yayılıyor. Temiz havayı içime çekerken "özgürlük" diye düşünüyorum... Kırsal çok 'taze' kokuyor.
Bir kaç yıl önce, kafayı Bulut fotoğrafları çekmeye takmıştım. Hâlâ bu takıntının sebebini tam olarak kestiremiyorum. Muhtemelen Bulutların geçiciliği bana çok çekici gelmiş olmalı. Hayatta da her şeyin sürekli değiştiğine, hiçbir an'ın tekrar etmiyor oluşuna düzenli olarak şaşıyorum zaten... Ya da belki Bulutları bir çok şeye benzetebiliyor olmanın bana hissettirdiği sınırsız Hayal gücünü seviyordum. Bir çeşit sonsuzluk duygusu... Ya da belki, tekdüze yaşamımdan kolayca çıkmamı sağlayan araçlar olarak Bulutları kullanıyordum: Romantik (ya da Hayalci) bir ofis çalışanı olarak, kurtuluşu Bulutlarda görüyordum. Ya da muhtemelen, tüm bu sebeplerin garip bir karışımıydı bana tesir eden. Her ne olursa olsun, genellikle başım yukarıda gezer dururdum işte.
Serin bir kırsal sabahı hissettiğim 'özgürlük' duygusu, 2013 şubatında çektiğim bir Bulut fotoğrafını anımsattı bana. Aşağıda paylaştığım fotoğrafı, o tarihlerde çalıştığım 'kurumsal' iş yerimde çekmiştim ve fotoğrafa şu ismi koymuştum:
"Özgürlük bedava değildir."
"Özgürlük bedava değildir."
Fotoğraf neden bunu hissettirmişti bilmiyorum. Sanıyorum o zamanlar, özgürlüğün bir bedel ödenerek alınması gerektiğine inanıyordum. Çünkü böyle okumuştum: İnsanlık, tarihi boyunca güvenlik ile özgürlüğü takas etmişti, ve neticede geldiğimiz (ya da içine doğduğumuz) noktada da, eğer özgürlüğü (yeniden) kazanmak istiyorsak, güvenliğimizden ödünler vermemiz gerekiyordu. Bunu söyleyen bir çok kaynak mevcut. Bunları burada tekrar etmeye lüzum yok. Sadece, güvenlik ile kastedilenin, aynı zamanda konfor anlamına da geldiğini belirtmem iyi olur. Yani günümüzde özgürlüğümüzü kısıtlayan en önemli faktörün konfor düşkünlüğümüz olduğunu söylersem, herhangi bir hata yapmış olmam.
Peki gerçekten böyle mi? Artık bu önermenin doğruluğundan emin değilim.
Bugün bambaşka bir açıdan bakabiliyorum. Birbirine karşıt görünen tüm kavramların, bir bakıma birbirinin aynısı/aynası olduğunu hatırlayarak -nasıl Uzak'lık ve Yakın'lık arasında tuhaf karşıtlıklar ve benzerlikler varsa- özgürlük ve konfor/güvenlik arasında da mutlak bir tezat oluşturmayan, fazlasıyla garip bir ilişki söz konusu.
Mesela, özgürlükteki konforu keşfedip bununla yaşamak mümkün: İstediğin zaman sıcak suyla duş alamamak, bir yerden bir yere istediğin zaman ya da koşullarda gidememek, rahatsız yataklarda yatmak ve hatta sivrisineklere karşı tedbir alamamak oldukça can sıkıcı gibi görünse de, bunların insanda yarattığı özgürlük duygusu, beraberinde ilginç ve farklı bir konfor anlayışını da getirebiliyor. Bulunduğum yerden başka bir yere, hem de para harcamadan gidebilmek, çok konforlu ve güvenli.
Belki tersi de mümkündü(r). Konfora sahip olabilmek, onu genişletebilmek ya da mevcut olanı koruyabilmek adına isteksizce yaptığımız bütün sıkıcı işlerin ardında bir özgürlük vardır, belki. Ben bunu -maalesef- göremedim...
Köy yolunu yürüyüp bitirdim. Bilmem-kaç-şeritli-otobana vardım ve otostop çekmeye başladım. On dakika sonra bir araç durdu. Bandırma'ya iş için giden, otuzlu yaşlarda, saçları kelleşmiş, orta boylu, biraz tıknaz bir adam. Yüzüğüne bakıp evli olduğunu tahmin ettim. "İşiniz ne?" diye sordum. "Üretim planlamacıyım." dedi.
Tebessüm ettim. Müstehzi bir tebessümdü bu. Çünkü, tıknaz beyefendi muhtemelen farkında değildi ama, eski işime bir selam çakmıştım...
Hamiş: Pek yakında Otostop hikâyeleri ve güvenlik üzerine bir şeyler...