31 Mart 2020 Salı

Taç Giyme Töreni (The Coronation) - II

(Yazının ilk kısmına şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Yeşil Gazete'de yayınlanan kısım da şurada. Ayrıca Charles Eisenstein'ın kendi web sitesinde de tek parça halinde yayınlandı.)

Nasıl bir dünyada yaşayalım? 

Güvenlik uğruna yaşamın ne kadarını kurban etmek istiyoruz? Eğer bizi daha güvende tutacaksa, insanların asla bir araya gelmediği bir dünyada mı yaşamak istiyoruz? Dışarıda sürekli maskeyle dolaşmak mı istiyoruz? Eğer bu bazı yaşamların kurtulmasını sağlayacaksa, her seyahat ettiğimizde tıbbi taramaya mı tabi tutulmak istiyoruz? Bedenlerimiz üzerindeki nihai egemenliğimizi (politik otoriteler tarafından seçilen) tıbbi otoritelere bırakarak, yaşamın genel olarak ilaçlar tarafından çözülmesini kabul etmeye istekli miyiz? Katılacağımız her etkinliğin sanal bir etkinlik olmasını istiyor muyuz? Daha ne kadar korkuda yaşamak istiyoruz? 

Covid-19 eninde sonunda durulacak, fakat bulaşıcı hastalık tehdidi kalıcıdır. Bu tehdide vereceğimiz yanıt geleceğimiz için bir rota belirleyecek. Kamu yaşamı, toplumsal yaşam, fiziksel anlamda paylaştığımız yaşam birkaç nesil boyunca azaldı. Dükkânlarda alışveriş yapmak yerine, ürünleri evimize getirtiyoruz. Dışarıda oynayan bir avuç çocuk yerini dijital maceralara ve oyun buluşmalarına (play dates) bıraktı. Halk meydanı yerine çevrimiçi forumlarımız var. Kendimizi birbirimizden ve dünyadan giderek daha fazla soyutlamaya devam etmek niyetinde miyiz? 

Özellikle sosyal mesafelenmenin başarılı olması durumunda, Covid-19’un doğal seyrini sürdüreceği söylenen 18 aylık sürenin ötesinde de tehdidin devam edeceğini hayal etmek de zor değil. Bu süre boyunca yeni virüslerin ortaya çıkabileceğini hayal etmek de mümkün. Tıpkı 9/11 sonrası ilan edilen olağanüstü önlemlerin bugün hala varlığını sürdürmesi gibi, şimdi alınan acil durum tedbirlerinin de (başka bir salgın ihtimalini ortadan kaldırmak için) normale dönüşeceğini  hayal etmek mümkün. Enfeksiyona yeniden yakalanmanın mümkün olduğunu (çünkü mümkün olduğu söyleniyor) hayal etmek de zor değil ki bu durumda salgın seyrini asla tamamlayamayacak. Yani bu geçici değişiklikler pekâlâ kalıcı duruma dönebilirler. 

Yeni bir salgın riskini düşürmek için, kucaklaşmanın, tokalaşmanın ve fiziksel temasın sonsuza dek ortadan kalktığı bir toplumda yaşamayı mı seçelim? Artık topluca bir araya gelmeyen bir toplumda yaşamayı mı seçelim? Konserler, spor müsabakaları ve festivaller artık geçmişimizin bir parçası olarak mı kalsın? Çocuklar artık başka çocuklarla oynamasın mı? Tüm insan temasına bilgisayarlar ve maskeler mi aracılık etsin? Dans dersleri, karate kursları, konferanslar ve hatta dini toplanmalar son mu bulsun? İlerlememizi ölçmek için ölüm sayısındaki azalmayı mı standart kabul edelim? İnsani gelişmişlik uzaklaşma anlamına mı gelsin? Gelecek bu mu olsun? 

Aynı soruyu, bilginin akışı ve insan hareketlerini denetleme amacındaki yönetim aygıtlarına da uyarlayabiliriz. Bu yazı kaleme alınırken tüm ulus kilit alına alınmaya doğru ilerlemekteyiz. Bazı ülkelerde, kişi evinden çıkabilmek için devletin web sitesindeki bir formun çıktısını almak zorunda. Bu bana bulunacağımız yer konusunda her zaman izin almamız gereken okulu hatırlatıyor. Ya da hapishaneyi. Hareket özgürlüğünün kalıcı olarak devlet yöneticileri ve onların kullandığı yazılımlarla idare edildiği bir sistem olan Elektronik Geçiş Yetkilendirmesi’nin (Electronic Hallpass) her yerde kullanılacağı bir gelecek mi öngörüyoruz? Böylece tüm hareketler, izin verilsin ya da yasaklanmış olsun, izlenecek. Ve korunma uğruna, sağlığımızı tehdit eden bilgiler (yine çeşitli otoriteler tarafından kararlaştırıldığı gibi) kendi iyiliğimiz için sansürlenecek.

Acil bir durum karşısında, tıpkı bir savaş hali gibi, bu tür kısıtlamaları kabul eder ve özgürlüklerimizi geçici olarak teslim ederiz. 9/11’e benzer şekilde, Covid-19 da tüm itirazları ortadan kaldırır. 

Tarihte ilk kez, en azından gelişmiş ülkelerde, böyle bir vizyonu gerçekleştirecek teknolojik araçlar mevcut (mesela cep telefonlarının konum verileri ile sosyal mesafelenme zorlanıyor; şu bağlantıya da bakabilirsiniz). Sallantılı bir geçişten sonra neredeyse tüm yaşamın çevrimiçi olduğu bir toplumda yaşayabiliriz: alışveriş, toplantı, eğlence, sosyalleşme, çalışma, hatta randevular. Peki bunu mu istiyoruz? Kaç yaşamın kurtulmasına değer bu? 

Eminim bugün alınan kontrol önlemlerinin çoğu birkaç ay içerisinde hafifletilecek. Hafifletilecek evet, ama kullanmaya hazır durumda kalacak. Bulaşıcı hastalık bizimle olduğu sürece, bu önlemlerin gelecekte tekrar tekrar yeniden kullanılmaları veya değişen alışkanlıklarımızla beraber bunları kendimize dayatmamız muhtemel.

Deborah Tannen'in koronavirüsün dünyayı nasıl kalıcı olarak değiştireceği ile ilgili Politico’daki makalesinde belirttiği gibi; “Şimdi bir şeylere dokunmanın, insanlarla bir arada olmanın ve kapalı ortamlarda havayı solumanın bile riskli hale geldiğini biliyoruz… Tokalaşmaktan ve yüzümüze dokunmaktan geri durmak ikincil doğamız haline gelebilir, hatta ellerimizi yıkamaktan kendimizi alamayınca toplum olarak OKB (obsesif kompulsif bozukluk) mirasçısı olabiliriz.” Binlerce, milyonlarca yıllık dokunma, temas ve birliktelikten sonra insanlığın ilerleyişinin zirvesi sırf riskli oldukları için bu eylemlerden vazgeçmemiz mi olacak? 

Yaşam Topluluktur 

Kontrole dayalı bir programın düştüğü ikilem şudur ki, aslında bizi kendi hedeflediği yere neredeyse hiç götürmez. Neredeyse tüm orta-üst sınıf insanların evlerinde güvenlik sistemi bulunmasına rağmen, insanlar bir nesil öncesine göre daha güvende ya da daha kaygısız durumda değiller. Ayrıntılı güvenlik önlemlerine rağmen okullarda daha az kitlesel şiddet eylemi de görülmüyor. Tıp teknolojisindeki muazzam ilerlemeye karşın, son otuz yılda ABD ve İngiltere’de daha sağlıksız hale gelen bir şey varsa o da kronik hastalıkların artması ve insanların yaşama dair umutlarının yerinde saymasıdır. 

Covid-19’u kontrol etmek için uygulanan önlemler aynı şekilde önlediklerinden daha fazla ölüm ve ıstıraba sebep olabilirler. Ölüm sayısını azaltmak demek, öngörebildiğimiz ve ölçebildiğimiz ölümlerin sayısını azaltmak anlamına gelir. Mesela izolasyon kaynaklı depresyon, işsizlik sebebiyle oluşan çaresizlik ya da kronik korku sebebiyle bağışıklık sisteminin düşmesi ve sağlığımızın gücünü yitirmesi gibi sebeplerin ne kadar ölüme sebep olacağını ölçmek imkansızdır. Yalnızlık ve sosyal etkileşim yetersizliğinin enflamasyon, depresyon ve demans hastalıklarını artırdığı biliniyor. Dr. Lissa Rankin, ölüm riskinin hava kirliliği ile %6, obezite ile %23, alkol bağımlılığı ile %37, yalnızlıkla ise %45 oranında arttığını söylüyor. 

Hesaba katılmayan bir diğer tehlike ise aşırı hijyen ve mesafenin yol açtığı bağışıklıktaki bozulmadır. Sağlığımız için gerekli olan sadece insanlarla sosyal temas değil, aynı zamanda mikrop dünyası ile de temas etmemiz gerekir. Genel konuşursak, mikroplar düşmanımız değil, şifa için müttefiklerimizdir. Bakteriler, virüsler, mayalar ve diğer organizmaları içeren zengin bir bağırsak biyomu iyi işleyen bir bağışıklık sistemi için kaçınılmazdır. Bu çeşitliliği de diğer insanlar ve dışarıdaki dünya ile temas ederek sağlarız. Aşırı el yıkama, antibiyotiklerin aşırı kullanımı, aseptik (mikropsuz) temizlik ve insanlara temas etmede yoksunluk iyilikten çok zarar verebilir. Ortaya çıkacak alerjiler ve otoimmün bozukluklar, yerini aldıkları bulaşıcı hastalıktan daha kötü etkileyebilir. Hem sosyal hem biyolojik olarak, şifa toplulukla birlikte olmaktan gelir. Yaşam yalıtılarak serpilmez. 

Dünyayı ‘biz ve ötekiler’ diye görmek, hayatın ve sağlığın ancak topluluk içerisindeyken meydana geldiği gerçeğine karşı bizi kör eder. Bulaşıcı hastalıklardan örnek verelim; mesela kötücül patojenin ötesine bakıp da virüslerin mikrobiyomdaki rollerinin ne olduğunu göremeyiz (Şu bağlantıya da bakabilirsiniz). Vücut hangi koşullardayken zararlı virüslerin çoğalması mümkün oluyor? Kimi insanlar hafif belirtlilerle atlatırken neden bazıları şiddetli belirtiler gösteriyor (her şeyi kapsayıp hiçbir şeyi açıklamayan “direnci düşük” açıklamasını da bir kenara bırakalım)? Grip, nezle ve öldürücü olmayan diğer hastalıkların sağlığımızı korumaktaki olumlu rolleri ne? 

Hastalık yapan mikropla savaşma yaklaşımı, tıpkı terörle savaşma, suçla savaşma, yabani otlarla savaşma gibi hem politik hem kişiler arası seviyede bitmek bilmeyen tüm savaşlarla benzer sonuçlar üretir. Öncelikle sonsuz bir savaş meydana getirir, sonra da dikkatimizi bu hastalık, terörist, suç, yabani otlar ve diğer şeylerin çıktığı zeminin koşullarını incelemekten alıp başka yerlere yönlendirir. 

Politikacıların hiç bitmeyen, savaşları barış uğruna yaptıkları iddialarına rağmen, savaş kaçınılmaz olarak daha fazla savaş üretir. Ülkeleri teröristleri öldürme amacıyla bombalamak, terörizmin oluştuğu temel koşulları göz ardı etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu koşulları daha da alevlendiriyor. Suçluları kilit altında tutmak da suçu doğuran koşulları göz ardı etmekle kalmaz, aynı zamanda aileleri ve toplulukları parçalayıp, başka çıkış yolu olmayanları da suça teşvik ederek suçun oluştuğu koşulları yaratır. Antibiyotikler, aşılar, antiviraller ve diğer ilaç uygulamaları da, güçlü bağışıklığın temeli olan vücut ekolojisine zarar verir. Vücudumuzun da ötesinde, Zika virüsü, Deng Humması ve şimdi de Covid-19 sebebiyle yeniden tartışılan geniş ölçekli ilaçlama kampanyaları da doğanın ekolojisinde bahsi geçmeyen zararlar açacaktır. Bunları antiviral bileşiklerle beraber sıktığımızda bunun doğaya nasıl bir etkisini olacağını dikkate alan var mı? Böyle bir politika (Çin ve Hindistan’ın çeşitli yerlerinde uygulanıyor) sadece ayrılık zihniyetinin bir ürünüdür ve virüslerin de yaşam ağının bir bileşeni olduğunu hesaba katmaz. 

Zemin koşulları ile ilgili noktayı anlamak için, İtalya’daki (Ulusal Sağlık Enstitüleri’nin yayınladığı) ve ölümle sonuçlanan yüzlerce Covid-19 vakasının analizinden çıkan ölüm istatistiklerine bir bakalım. Analiz edilenlerin %1’inden daha azının hiçbir ciddi kronik hastalığı yok. Ölenlerin %75 kadarı hipertansiyondan, %35’i diyabetten, %33’ü kardiyak isteminden (damar tıkanıklığı), %24’ü atrial fibrilasyondan (kalp ritim bozukluğu), %18’i böbrek yetmezliğinden ve İtalya raporundan alıp buraya yazmadığım daha birçok hastalıktan muzdariptiler. Ölenlerin neredeyse yarısı üç ya da daha fazla ciddi tanıya sahipti. Obezite, diyabet ve diğer kronik rahatsızlıklar ile kuşatılmış Amerikalılar en az İtalyanlar kadar savunmasız durumdalar. O halde (az sayıda sağlıklı insanı öldüren) virüsü mü suçlamalıyız, yoksa altta yatan kötü sağlık koşullarını mı suçlayalım? Burada da en başta verdiğim gergin halat analojisi geçerli. Modern dünyadaki milyonlarca insan istikrarsız bir sağlık durumunda ve eşiğin ötesine geçmelerine sebep olacak, normalde önemsiz bir şeyi beklemekteler. Elbette kısa vadede onların hayatlarını kurtarmak istiyoruz; tehlike, arkası kesilmeyen kısa vadelerin arasında kendimizi kaybediyor oluşumuz. Bir bulaşıcı hastalıktan diğerine, savaşıp duruyoruz ve insanları bu kadar savunmasız hale getiren zeminin koşullarıyla asla yüzleşmiyoruz. Bu çok daha zor bir problem, çünkü bu zemin koşulları savaşarak değişmeyecek. Diyabete, obeziteye, bağımlılıklara veya TSSB’ye (travma sonrası stres bozukluğuna) sebep olan bir patojen yok. Bunların nedeni bir Öteki değil, kendimizden ayrı bir virüs değil ve kurbanları olan bizler de değiliz. 

Patojenik bir virüs yüzünden oluyor diye adını koyabildiğimiz Covid-19 gibi hastalıklarda bile, mesele virüsle kurban arasındaki bir savaştan daha karmaşık. Mikropları daha büyük bir sürecin parçası olarak ele alan ve mikroplar hastalık yapar algısına alternatif olan bir başka yaklaşım var. Mikroplar koşullar uygun olduğunda vücutta çoğalıyorlar, bazen konağın ölümüne sebep olabiliyorlar, öte yandan, olanak dahilindeyse başlangıçta onların yerleşmesine neden olan koşulları iyileştirebiliyorlar da. Mesela mukus akıntısıyla biriken toksik yığınını temizliyorlar ya da (metaforik olarak söylersem) ateşi yükselterek onları yakıyorlar. Zaman zaman bu yaklaşım “mıntıka (terrain) teorisi” olarak anılır ve mikropların hastalığın sebebi değil, belirtisi olduğunu söyler. Bir internet görselinde açıklandığı şekliyle “Balığınız hasta. Mikrop teorisi: Balığınızı izole edin. Mıntıka teorisi: Akvaryumunuzu temizleyin.” 

Modern sağlık kültürümüz bir tür şizofreninin etkisi altında. Bir yanda alternatif ve bütüncül yaklaşımları kucaklayan bir sağlık hareketi gelişiyor. Bağışıklığı artırmak için şifalı otları, meditasyonu ve yogayı savunuyor. İnanç ve tutumlarımızın bizi hasta ya da sağlıklı kılabileceği gibi örneklerle sağlığın duygusal ve ruhani boyutlarını tasdik ediyor. Ama Covid tsunamisiyle birlikte toplum eski ortodoks ayarlarına dönmüş ve bütün bunlar yok olmuşa benziyor. 

Tipik bir örnek: “Gereksiz” oldukları öne sürülerek Kaliforniya’daki akapunkturcular kapanmaya zorlandı. Geleneksel viroloji (virüs bilimi) algısıyla bakarsak bu kesinlikle anlaşılabilir bir durum. Ancak bir akapunkturcunun Facebook’ta yazdığı gibi “birlikte çalıştığımız ve sırt ağrıları için opioid (uyuşturucu kimyasal) kullanmaktan kurtulan hastam ne olacak? Şimdi onları yeniden kullanmaya başlamak zorunda.” Tıp otoritesinin dünya görüşünde, alternatif yaklaşımlar, sosyal etkileşim, yoga dersleri, takviyeler ve benzeri her şey gerçek virüslerin yaptığı gerçek hastalıklar konu olduğunda manasız kalır. Kriz karşısında varlığı yokluğu önemsenmeyen “wellness” kategorisine indirgenirler. Covid-19 etkisi altında ortodoksinin yeniden canlanışı öyle yoğun ki, damardan C vitamini verilmesi gibi geleneksel olmayan herhangi bir şey iki gün öncesine kadar ABD’de tamamen tartışma dışındaydı (Makaleler hala C vitamininin Covid-19 ile savaşmaya yardımcı olabileceği “efsanesinin” “maskesini düşürmeye” çalışıyor). CDC (Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi)’nin mürver özü, tıbbi mantar kullanımı, şeker alımını kesme, NAC (N-acetyl L-cysteine), geven bitkisi (astragalus) ya da D vitamini kullanımı gibi yöntemlerin faydalarını kabul ettiğini de duymadım. Bunlar sadece “wellness” ile alakalı aşırı duygusal dayanaksız görüşler değil, kapsamlı araştırma ve fizyolojik açıklamalar ile desteklenmektedir. Örneğin, NAC’ın (çift kör ve plasebo kontrollü bir çalışma burada, genel bilgi şurada) grip benzeri hastalıklarda belirtilerin oran ve şiddetini radikal bir şekilde azalttığı gösterilmiştir. 

Otoimmün hastalıklar, obezite ve diğerleri hakkında yukarıda verdiğim istatistikler şunu gösteriyor: Amerika ve genel olarak modern dünya bir sağlık krizi ile karşı karşıya. Peki cevap şu ana kadar yaptığımız şeyi daha etraflıca yapmaya devam etmek mi? Covid’e şu ana kadar verilmiş olan karşılık ortodoksinin ikiye katlanması ve genel kabul görmeyen uygulamalarla muhalif bakış açılarının bir kenara süpürülmesi oldu. Halbuki, bakış açımızı genişletip tüm sistemi, kimin para ödediğini, izinlerin nasıl alındığını, araştırmaların nasıl fonlandığını içerecek şekilde ve hatta şifalı bitki tıbbı, fonksiyonel tıp ve enerji tıbbı gibi marjinal görünen yaklaşımları da kapsayacak şekilde genişleyerek her şeyi mercek altına almak bir diğer cevap olurdu. Belki de bu fırsatı hastalık, sağlık ve bedene ilişkin hâkim teorileri yeniden değerlendirmek için kullanabiliriz. Evet, şimdi hastalanmış balıkları elimizden gelen en iyi şekilde koruyalım, ama daha sonra eğer akvaryumu temizleyebilirsek, bu kadar çok balığı izole etmek ve ilaçlamak zorunda kalmayabiliriz. 

Size şu anda ne bir koşu gidip NAC ya da başka bir destekleyici almanızı, ne de toplum olarak tepkimizi aniden değiştirip, sosyal mesafeleri azaltmamızı ve bunun yerine gidip takviyeler almaya başlamanızı söylüyorum. Fakat normal yaşantıya ara verilmesini, kavşaktaki bu duraklamayı, bundan sonra ilerleyeceğimiz yolu seçmek için bilinçli bir şekilde kullanabiliriz: yani nasıl bir sağlık sistemi, nasıl bir sağlık paradigması ve nasıl bir topluma ilerleyeceğiz. Evrensel ücretsiz sağlık hakkı gibi konular ABD’de yeni bir ivmeyle gündeme geldiğine göre, yeniden değerlendirmenin başladığını söyleyebiliriz. Hatta bu yol bile çatallanmaya yol açacaktır. Ne tür sağlık hizmetleri evrensel kabul edilecek? Herkese yalnızca açık hale mi getirilecek yoksa herkese zorunlu mu olacak? Belki tüm vatandaşlara, bütün zorunlu aşıların ve sağlık kontrollerinin güncel olduğunu tasdik eden görünmez mürekkepten yapılma bir barkod dövmesi yapılır. Sonra okulunuza gider, uçağa binebilir ya da bir restorana yemeğe gidebilirsiniz. Bu, ilerleyeceğimiz mevcut gelecek senaryolarından birisi olabilir. 

Şimdi bir başka olasılık da mümkün. Kontrol eğilimimizi ikiye katlamak yerine, ana akım yaklaşımın çözülmesini beklerken kenarda bekleyen bütüncül yaklaşım ve paradigmaları nihayet bağrımıza basabiliriz, böylece onları merkeze getirip alçakgönüllülük eşliğinde etraflarında yeni bir sistem inşa edebiliriz. 

Taç Giyme Töreni 

Uygarlığımızın uzun süredir peşinde olduğu ve biz ilerledikçe tıpkı ufukta görünen bir serap gibi giderek bizden uzaklaşan kusursuz kontrol cennet hayaline bir alternatif var. Evet, daha da büyük yalıtıma, izolasyona, hâkimiyete ve ayrılığa doğru giden eski rotamızda ilerlemeye devam edebiliriz. Giderek artan ayrılık ve kontrol seviyelerini normalleştirebilir, bizi güvende tutmak için gerekli olduklarına inanabilir ve birbirimize yakın olmaktan korktuğumuz bir dünyayı kabul edebiliriz. Ya da bu duraksamanın, normale verdiğimiz bu aranın avantajını kullanıp, birleşmeye, bütünlüğüne, kaybolan bağlantıları eski haline getirmeye, topluluğu onarmaya ve yaşam ağına yeniden katılmaya uzanan yola yönelebiliriz. 

Diğerlerinden ayrı gibi davranıp kendimizi koruma önlemlerimizi iki katına mı çıkaracağız, yoksa hepimizin aynı gemide olduğu bir dünya davetine icabet mi edeceğiz? Bu soru sadece tıp dünyası için değil; politik, ekonomik ve kişisel yaşamlarımız için de aynı derecede geçerli. Mesela ürün stoklama vakalarını ele alın; “Herkese yetecek kadar yok, o halde bana yetecek kadarını almalıyım.” diyen düşünceden ortaya çıkıyor. Belki şöyle de karşılanabilir: “Birilerine mevcut malzemeler yetmeyecek, elimdekilerin bir kısmını onlarla paylaşabilirim.” Hayatta kalmaya mı çalışıyoruz, yoksa birbirimize yardım etmeye mi? Yaşamın amacı ne? 

Şimdiye kadar aktivizm sınırlarına hapsolmuş olan soruları şimdi bir çok insan soruyor. Evsizler hakkında ne yapacağız? Hapishanedeki insanları ne yapacağız? Ya Üçüncü Dünya gecekondularındakiler? İşsizlik karşısında ne yapacağız? Peki ya evlerinden çalışamayacak olan otel hizmetçileri, Uber şoförleri, sıhhi tesisatçılar, kapıcılar, otobüs şoförleri ve kasiyerleri ne yapacağız? Nihayet öğrencilere borç affı ve asgari evrensel gelir gibi fikirlerin çiçeklendiğini görüyoruz. “Covid’den etkilenecek insanları nasıl koruruz?” sorusu “Genel anlamda savunmasız durumda olan insanların tamamını nasıl koruyabiliriz?” sorusunu sormanın önünü açtı. 

Covid’in ciddiyeti, kökeni veya onu karşılamak için en iyi politikanın ne olacağı gibi konularda fikirlerimizin yüzeyselliğini dikkate almadan, bizde asıl heyecan uyandıran dürtünün bu olduğunu, yani birbirimize sahip çıkma konusunda ciddi bir şeyler yapmak olduğunu söyleyebiliriz. Her birimizin ne kadar kıymetli, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anımsayalım. Uygarlığımızın birikimini dibine kadar inceleyelim ve elimizdekiyle daha güzel bir uygarlık inşa edebilir miyiz buna bakalım. 

Covid şefkatimizi uyandırdıkça giderek daha çoğumuz fark ediyoruz ki, feci şekilde şefkat yoksunluğu çeken geçmiş normalimize artık dönmek istemiyoruz. Şimdi elimizde daha merhametli bir normal yaratma şansımız var. 

Bunun gerçekleştiğine dair ümit vadeden işaretler çok. Uzun zamandır kalpsiz kurumsal şirketlerin çıkarları tarafından esir alınmış görünen ABD hükümeti ailelere doğrudan para yardımı yapmak üzere milyarlarca dolar ayırdı. Donald Trump, ki konu merhamet olunca ne kadar erdemli olduğuyla tanımayız kendisini, haciz ve ev tahliyelerini önlemek için bir borç erteleme kararı aldı. Bu iki gelişmeye karşı küçümseyici bir tavır takınanlar olabilir, yine de bunlar hiç olmazsa savunmasız durumda olan insanların kollanması gerektiğini söyleyen ilkenin somut örnekleri.

Tüm dünyadan dayanışma ve iyileşme hikâyeleri duyuyoruz. Bir arkadaşım dara düşmüş 10 yabancıya 100’er dolar para gönderme fikrini uygulamaya geçti. Birkaç gün öncesine kadar Dunkin’ Donuts’ta çalışan oğlum, gelen müşterilerin normal zamanlara göre 5 kat daha fazla bahşiş bıraktığını söyledi. Ki buraya giden insanlar işçi sınıfından; çoğu İspanyol kökenli kamyon şoförleri, kendileri de ekonomik olarak savunmasız olan insanlar. Doktorlar, hemşireler ve diğer meslek gruplarındaki “olmazsa olmaz çalışanlar” hayatlarını topluma hizmet etmek uğruna riske atıyorlar. ServiceSpace’in izniyle, şurada nezaket ve sevgi gösterilerinden bir kuple daha sunuyorum: 

Muhtemelen yeni bir hikâyeye geçişin ortasındayız. İnsanlara *umut* vermek için İtalyan hava kuvvetlerinin insanlara Pavoratti dinlettiğini, İspanyol akerlerinin kamu hizmetine çalışıp, sokaklarda gitar çaldığını hayal edin. Kurumsal şirketler beklenmedik ücret zammı yapıyor. Kanadalılar “Nezaket Tellalığı” adında bir hareket başlatıyor. Avusturalya’daki 6 yaşındaki bir çocuk, diş perisi parasını tüm içtenliğiyle Japonya’da 612 adet maske yapan 8. sınıf öğrencisine hediye ediyor ve her yerde liseli gençler yaşlılar için market alışverişlerini yürütüyor. Küba “beyaz önlüklü” ordusunu (doktorlarını) İtalya’ya yardıma gönderiyor. Bir ev sahibi, kiracılarının kira ödemeden kalmalarına izin veriyor, İrlandalı bir rahibin şiiri interneti kasıp kavuruyor, engelli aktivistler el dezenfektanı üretiyor. Sadece hayal edin. Bazen bir kriz, en derinlerimizde yer alan bir dürtüye, yani her zaman şefkatle hareket edebilmemize ayna tutuyor. 

Rebecca Solnit’in A Paradise Built in Hell (Cehennem’de İnşa Edilen Cennet) isimli harikulade kitabında anlattığı gibi, felaketler genellikle dayanışmanın kapılarını açar. Daha güzel bir dünya yüzeyin hemen altında ışıldar ve onu su altında tutan sistem gevşediği anda birden gün yüzüne çıkar. 

Uzun zamandır giderek hastalanan toplum karşısında kolektif olarak çaresizdik. İster sağlığını yitirme, altyapının çürümesi, depresyon, intihar, bağımlılıklar, ekolojik tahribat ya da ister servetin tek elde toplanması olsun; gelişmiş dünyada uygarlığın halsizlik belirtilerini görmek çok kolaydır, fakat bunu yaratan sistemin ve örüntülerin içine sıkışıp kalmış durumdaydık. Şimdi Covid bize bir sıfırlama hediye ediyor. 

Önümüzdeki yol milyon çatala ayrılıyor. Covid bize şunu gösterdi ki, çoğu iş sanıldığı kadar elzem değilmiş, bu da milyonlarca insanın işlerinden özgürleşmesini getirirken, evrensel bir asgari ücret uygulaması ile ekonomik güvensizliğe son verebilir ve yaratıcılığımızda da parlak bir dönem başlatabiliriz. Ya da bu küçük işletmelerin sonu ve katı koşullarla dayatılan bir devlet ödeneğine bizi bağımlı kılmak demek de olabilir. Kriz, totaliterleşme ya da dayanışma, tıpta sıkıyönetim ya da bütüncül bir Rönesans hareketi, mikrop dünyasından mutlak bir korku ya da o dünyaya katılımımız konusunda dayanıklı ve esnek olmamız, kalıcı sosyal mesafelenme normları ya da yeniden bir araya gelme arzumuz arasında bize yerimizi gösterebilir. 

Bize hem bireyler hem de toplum olarak, bunca çatallı bir yolda yürürken rehberlik edecek şey ne? Her kavşakta korkuyu mu yoksa sevgiyi mi, kendini savunmayı mı yoksa cömertliği mi takip ettiğimizin farkında olabiliriz. Korkuda yaşayıp bunun üzerine bir toplum mu inşa edelim? Ayrık olarak kendimizi koruyup sakındığımız bir hayat mı sürelim? Krizleri politik düşmanlarımıza karşı bir silah gibi mi kullanalım? Bunlar tümden korku mu yoksa sevgi mi diye soran ya hep ya hiç soruları değiller. Sadece sevgi adına atacağımız bir sonraki adım hemen önümüzde duruyor. Cüretkâr hissettiriyor, ama pervasız değil. Ölümü kabul ederken yaşama kıymet veriyor. Ve atılan her adımın, sonraki adımları da görünür kılacağı güvenine dayanıyor. 

Lütfen korku yerine sevgiyi seçmenin yalnızca bir irade eylemi ile gerçekleştirilebileceğini ve bu korkunun da tıpkı virüs gibi yenileceğini düşünmeyin. Burada konu ettiğimiz virüs korkunun ta kendisi, ister Covid-19’a duyulan korku, ister ona verilecek totaliter uygulamalara duyulan korku olsun, bu virüsün de kendine has bir mıntıkası var. Korku da bağımlılıklar, depresyon ve fiziksel hastalıklarla beraber, bir ayrılık ve travma mıntıkasından beslenir. Bu mıntıka; kalıtsal travmalar, çocukluk travmaları, şiddet, savaş, taciz, ihmal, utanç, ceza, yoksulluk ve son olarak her şeyi metalaştıran para ekonomisinde yaşamaktan, modern eğitime katlanmaktan, topluluk destekleri ve aidiyet duygusundan yoksun yaşamaktan dolayı neredeyse herkesi etkileyen ve olağan kabul ettiğimiz travmalardan oluşmaktadır. Bu mıntıka, travma terapileri ile kişisel bir seviyede, daha merhametli bir toplum olmaya doğru sistemsel değişimlerle ve ayrılık hikayesinin basit anlatısını (yani diğerlerinden oluşan bir dünyada ayrı bir varlık olduğumuz, benim senden ayrı olduğum, insanlığın doğadan ayrı olduğu anlatısını) dönüştürerek iyileştirilebilir. Yalnız kalmak ilkel bir korkudur ve modern toplum bizleri giderek daha da yalnızlaştırıyor. Fakat yeniden birleşme vakti geldi. 

Her cömertlik, cesaret, nezaket ya da şefkat barındıran eylem bizi ayrılık hikâyesinden iyileştirmeye yarar. Çünkü bu eylemler hem eylemi gerçekleştireni hem de buna tanık olan kişiyi, bu gemide birlikte olduğumuz konusunda temin eder. 

İnsanlarla virüsler arasındaki ilişkinin bir başka boyutundan daha bahsederek bu yazıyı bitireceğim. Virüsler sadece insanların değil tüm ökaryotların (hücrelerinde çekirdek olan tüm canlıların) evriminin bir parçasıdır. Virüsler organizmadan organizmaya DNA transferi yapabilirler ve bazen bu kalıtsal hale gelebilir. Yatay gen transferi olarak adlandırılan bu olgu, rastgele mutasyonların yapabileceğinden çok daha hızlı bir şekilde yaşamın topluca evrimleşmesini sağlar ve evrimin birincil mekanizmalarındandır. Lynn Margulis’in bir zamanlar dediği gibi, bizler birbirimizin virüsleriyiz. 

Ve şimdi de spekülatif bir alana gireyim. Belki de uygarlığın büyük hastalıkları biyolojik ve kültürel evrimimizi hızlandırıp, bizlere temel genetik bilgiler bahşetmiş ve hem bireysel hem de kolektif anlamda inisiyasyonumuzu sağlamış olabilir. Yaşadığımız salgın böyle bir şey olabilir mi? Sıra dışı RNA kodları insandan insana geçiyor, bizi yeni genetik bilgilerle dolduruyor; aynı zamanda tıpkı bir hastalığın beden fizyolojisini bozduğu şekilde, biyolojik kodlarımıza karışıp eski anlatılarımızı ve sistemlerimizi bozacak olan ezoterik kodlara maruz kalıyor olabiliriz. Bu yaklaşım inisiyasyon aşamalarıyla da benzerlik gösterir: önce normallikten ayrılma, ardından bir ikilem, bozulma ya da çile evresi, sonra (eğer tamamına erecekse) yeniden tamamlanma ve kutlama. 

Şimdi şu soru gelebilir: Neye inisiye oluyoruz? Bir inisiyasyonun kendine özgü doğası ve amacı nedir? Salgın için kullandığımız isim, Koronavirüs, bize ipucunu veriyor. Korona, taç demektir. “Novel coronavirus pandemic” de “herkes için yeni bir taç giyme töreni” anlamına gelir. 

Şimdiden nasıl bir güce kavuşacağımızı hissedebiliriz. Gerçek bir egemen hayattan ya da ölümden korkmaz. Gerçek bir egemen fethetmez ya da hükmetmez (Bunlar gölge arketip olan Tiran’ın işidir). Gerçek bir egemen insanlara hizmet eder, yaşama hizmet eder, tüm insanların egemenliklerine saygılıdır. Taç giymek, bilinç dışında olanın bilince çıkmasını, kaosun yerini düzene bırakmasını, seçim yapmanın dürtüsellik karşısında üstünlüğünü işaret eder. Daha önce bizi yönetenlerin yöneticisi haline geliriz. Komplo teorisyenlerinin korktuğu Yeni Dünya Düzeni, egemen insanı bekleyen muhteşem olasılıkların yalnızca bir gölgesidir. Korkunun tebaasından kurtulunca, krallığa bir düzen getirip, ayrılık dünyasının çatlaklarından sızmaya başlayan sevgi üzerine kurulu istekli bir toplum inşa etmeye başlayabiliriz.

Kraliçe Viktoria'nın Taç Giyme Töreni, Sir George Hayter, 1838

30 Mart 2020 Pazartesi

Taç Giyme Töreni (The Coronation) - I

Geçenlerde Charles Eisenstein web sitesinde Koronavirüs hakkında uzunca bir makale yayınladı. Kendi düşüncelerime oldukça yakın olduğu ve okuduktan sonra epey heyecanlandığım için çevirip daha fazla insana ulaştırmak istedim. Uzun bir yazı olduğu için iki parçaya bölerek yayınlıyorum. Aynı şekilde Yeşil Gazete'de de ve Charles Eisenstein'ın kendi web sitesinde de yayınlandı Aşağıda ilk kısmı okuyabilir, orijinal metne şuradan erişebilirsiniz.

Taç Giyme Töreni (The Coronation) 

Yıllardır, normallik kopma noktasına kadar esnetildi, tıpkı siyah bir kuğunun gagasının ucuyla ikiye bölmesini bekleyen ve gerim gerim gerilen bir halat gibi. Şimdi halat koptuğuna göre, uçlarını yeniden birbirine mi bağlayacağız, yoksa sarkan örgülerini iyice çözüp bununla yeni ne örebileceğimize mi bakacağız? 

Covid-19 bizlere insanlık ortak bir davada birleştiğinde, olağanüstü hızlı değişimlerin mümkün olduğunu gösteriyor. Küresel problemlerin hiçbirinin çözümü teknik olarak zor değil; hepsi insanların anlaşmazlığından köken alıyor. Aynı bağlamda, insanlığın yaratıcı gücü de sınır tanımıyor. Birkaç ay önce, ticari uçuşları durdurmak için sunulacak bir teklif akıl almaz görülürdü. Sosyal davranışlarımız, ekonomi ve hükümetin hayatlarımızdaki rolü konusunda yaptığımız radikal değişiklikler de aynı şekilde. Covid, neyin önemli olduğu konusunda anlaştığımızda kolektif irademizin gücünü bize gösteriyor. Uzlaştığımızda başka neleri başarabiliriz? Neye ulaşmak istiyoruz ve nasıl bir dünya yaratalım? Bir kişi ne zaman gücüne uyansa, soracağı sonraki soru bu olur. 

Covid-19 olağana tutunma bağımlılığını kıran bir rehabilitasyon müdahalesi gibi. Bir alışkanlığın önüne geçmek için önce onu görünür kılmak gerekir; böylece alışkanlık dürtüsellikten çıkar ve seçime dönüşür. Kriz yatıştığında, belki kendimize şunu sorabiliriz: normale mi dönmek istiyorum, yoksa rutinlere mola verdiğimiz şu süre boyunca gördüğümüz ve geleceğe taşımak isteyeceğim bir şeyler var mı? Bir çokları işlerini kaybettiğinde belki şunu sorabiliriz; acaba bu işler gerçekten dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu işler miydi, ve acaba işgücümüzü ve yaratıcılığımızı daha iyi uygulayabileceğimiz başka alanlar var mı? Bir süre uçuşlar olmadan idare edince belki şunu sorabiliriz, gerçekten Disneyworld’e, tatillere ya da ticari fuarlara katılmak için bu kadar çok uçuşa ihtiyacımız var mı? Ekonominin hangi kısmını onarmak ve hangi olası kısımlarını bırakmak istiyoruz? Hatta biraz daha ileri giderek, şu anda ellerimizden alınan şeylerden – kişisel özgürlükler, toplanma hakkı, bedenimiz üzerindeki egemenliğimiz, fiziksel buluşmalar, sarılmalar, el sıkışmaları ve kamusal yaşam gibi – hangilerini eski haline getirmek için politik ve bireysel irade uygulamaya ihtiyaç duyacağız? 

Hayatımın çoğunda insanlığın bir yol ayrımına yaklaştığına dair sezgilerim oldu. Daima kriz, çöküş ya da kırılmanın eli kulağındaydı, virajı dönünce karşımızda olacaktı, ama bir türlü gelmek bilmiyordu. Bir yolu yürüdüğünüzü ve tam karşınızda onu, yol ayrımını gördüğünüzü hayal edin. Tepenin hemen üstünde, köşeyi dönünce, ormanlık alanı geçince. Tepeye tırmanınca hatalı olduğunuzu anlıyorsunuz, gördüğünüz şey bir serapmış, sandığınızdan daha da uzaktaymış. Yürümeye devam ediyorsunuz. Bazen yol ayrımı görüş alanınıza giriyor, bazen çıkıyor ve yürüdüğünüz yol asla bitmeyecekmiş gibi geliyor. Belki de yol ayrımı zaten yoktur. Derken, hayır işte yine orada! Her zaman neredeyse burada gibi, ama asla tam olarak burada değil. 

Şimdi birden bire, köşeyi dönünce, işte karşımızda. Şu an gerçekleştiğine ve bizden öncekilerin izlediği yola mahkûm geçen onca yıldan sonra buna inanamaz bir şekilde, duruyoruz; sonunda bir seçim şansına sahibiz. Durmakta haklıyız, durumun yeniliği karşısında donakalıyoruz. Çünkü önümüzde yayılan yüzlerce yoldan bazıları daha önce gittiğimiz ile aynı yöne devam ediyor. Bazıları dünyadaki cehenneme gidiyor. Ve bazıları şifa bulan ve daha önce mümkün olduğuna inanmaya cüret dahi edemediğimiz bir dünyaya gidiyor. 

Bu sözleri bu yol ayrımında şaşkın, belki ürkek, ama yeni bir ihtimalin sezgisiyle beraber sizlere eşlik etme amacıyla yazıyorum. Şimdi bu yolların bir kaçına ve nereye gittiklerine bir bakalım. 

* * * 

Bu hikâyeyi geçen hafta bir arkadaşımdan duydum. Arkadaşım marketteymiş ve koridorda hıçkırıklara boğulmuş ağlayan bir kadın görmüş. Sosyal mesafe kurallarını bir kenara bırakıp kadının yanına gitmiş ve ona sarılmış. “Teşekkür ederim,” demiş kadın, “son 10 gündür ilk kez birisi bana sarılıyor.” 

Kucaklaşma olmadan geçecek birkaç hafta, milyonlarca yaşama son verebilecek bir salgını durdurmak için ödenen küçük bir bedel gibi görünüyor. Sosyal mesafe konusunda kısa zamanda oluşan güçlü bir görüş var: sağlık sisteminde ani bir Covid dalgalanmasının getireceği yoğunluğu önlemek. Ben bu yaklaşımı, özellikle uzun döneme bakarak, daha geniş bir bağlama oturtmak istiyorum. Ola ki sosyal mesafelenme yerleşir ve sosyal yaşam buna göre yeniden tasarlanırsa diye, yaptığımız seçimin ve sebebinin farkında olalım. 

Aynısı, koronavirüs salgını etrafında gelişen diğer değişimler için de geçerli. Kimi yorumcular sürecin totalier bir rejimin gündemine ne kadar uygun bir rol oynadığını vurguluyorlar. Korkmuş bir toplum, normalde kolay kolay kabul etmeyeceği, insanların hareketlerinin takibi, zorla tıbbi müdahale, gönüllü karantina, seyahat ve toplanma haklarının kısıtlanması, otoritelerin yanlış kabul ettiği bilgilere sansürleme, kişisel özgürlüklerin askıya alınması ve sivillerin askeri kontrol altında tutulması gibi sivil özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Bunların çoğunun uygulaması Covid-19 öncesinde zaten planlanıyordu, şimdi olay vuku bulunca karşı konulamaz oldular. Aynısı ticaretin otomasyonu için de geçerli; spor ve eğlenceye katılımcı olmak yerine uzaktan izleyicisi olmak, yaşamın kamusal alandan özel alanlara kayması, mekansal okulların yerini çevrimiçi eğitime bırakması, yüzyüze alışverişin azalması ve insanın hem çalışma hem boş zamanlarının ekranlara yönelmesi. Covid-19 zaten var olan politik, ekonomik ve sosyal eğilimleri hızlandırdı. 

Yukarıdakilerin hepsi, kısa vadede, eğriyi düzleştirme (yani hastalığın büyüme eğrisini zamana yayma) adına haklı çıkarıldı. Hatta sık sık “yeni normal” söylemini işitmeye başladık; yani değişiklikler hiç de geçici olmayabilir. Bulaşıcı hastalık tehdidi, tıpkı terörizm tehdidinde olduğu gibi, herhangi bir yere kaybolmadığı için kontrol önlemleri kolaylıkla kalıcı hale dönebilir. Eğer ne olursa olsun bu yönde devam ediyorsak, mevcut haklı çıkarma eğilimi daha derin bir dürtünün parçası olmalı. Bu dürtüyü iki kısımda ele alacağım: kontrol etme refleksi ve ölüm üzerindeki savaş. Anlaşıldığı üzere, Covid-19’un ateşlediği ve şimdiden görmeye başladığımız dayanışma, şefkat ve özen formunda bir yeni girişim fırsatı doğuyor. 

Kontrol Etme Refleksi 

Bu yazı kaleme alınırken resmi istatistikler yaklaşık 25.000 insanın Covid-19 sebebiyle hayatını kaybettiğini söylüyor. Sürecin sonuna varana kadar, toplam ölüm sayısı bunun on katı ya da yüz katı olabilir, hatta en korkutucu tahminler doğruysa, bin katına bile çıkabilir. Bu insanların her birinin sevdikleri, aileleri ve arkadaşları var. Şefkat ve vicdan bizi gereksiz bir trajediyi önlemek için elimizden geleni yapmaya çağırıyor. Bu benim için oldukça kişisel çünkü sonsuz sevdiğim ve aynı zamanda narin annem, özellikle yaşlıları ve hastalığı olanları etkileyen bu hastalığa karşı savunmasız olanlardan birisi. 

Son ölüm sayısı ne olacak? Bunu yazdığım şu günlerde söylemek epey zor. İlk raporlar korkutucuydu; Wuhan’dan gelen ve haftalardır durmadan medyada dönen rakam insanı şok eden bir %3,4 idi. Bu rakam, virüsün son derece bulaşıcı doğasıyla birleştiğinde, dünya çapında milyonlarca ölüm anlamına geliyordu, hatta 100 milyon kadar yüksek bir sayıya ulaşıyordu. Son zamanlarda, çoğu vakanın hafif atlattığı veya asemptomatik (belirti göstermeyen) olduğu anlaşılınca bu tahminler bir kenara kondu. Testler ciddi derecede hasta olanlara uygulanmaya başladığından beri ölüm oranı yapay bir şekilde yüksek görünüyordu. Hafif hastalık belirtileri geçiren yüz binlerce kişinin test edildiği Güney Kore’de ölüm oranı %1 olarak rapor edildi. Test oranlarının birçok hafif durumdaki hastayı da kapsadığı Almanya’da ise ölüm oranı %0,4 olarak belirtildi. Journal Science’daki güncel bir makale virüse yakalananların %86’sının kayıt altına alınmadığını, yani ölüm oranının mevcut oranların gösterdiğinden çok daha düşük olması gerektiğini öne sürüyor. 

Diamond Princess adlı cruise gemisinin hikâyesi bu görüşü güçlendiriyor. Gemideki 3711 insanın yaklaşık %20’sinin virüs testi pozitif çıktı; bunların yarısından daha azında belirtiler vardı ve sekiz kişi hayatını kaybetti. Bir cruise gemisi salgın için kusursuz bir ortam ve olaya müdahale edilene kadar virüsün yayılması için fazlasıyla zamanları oldu, ki buna rağmen yolcuların sadece beşte biri hastalığa yakalandı. Dahası yolcuların önemli bir kısmı (çoğu cruise gemisinde olduğu gibi) yaşlılardan yana çoğunluktaydı. Yolcuların yaklaşık üçte biri 70 yaşın üzerinde, yarısından fazlası da 60 yaşının üzerindeydi. Bir araştırma ekibi belirti göstermeyen vakaları da dikkate alınca Çin’deki gerçek ölüm oranının yaklaşık %0,5 olduğu sonucuna vardı. Bu rakam hala gripten ölenlerin 5 katından daha fazlasına karşılık geliyor. Bu bilgilere bakarak (ve ayrıca Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya’nın daha genç nüfusunu dikkate alarak) Amerika için yaklaşık 200.000-300.000 arasında ölüm olacağı tahmininde bulunuyorum. Bu sayı sağlık sisteminde bir yığılma olursa daha fazla, virüsün bulaştığı kişiler zamana yayılırsa daha az olacaktır. Küresel tahminim ise 3 milyon ölüm olacağı yönünde. Bunlar çok ciddi rakamlar. 1968/69 yıllarında Hong Kong’ta olan grip salgınından bu yana dünya böyle bir şey deneyimlememişti. 

Tahminlerim bir büyüklük sırasına koyulduğunda kolayca kenara koyulabilir. Medya her gün Covid-19 vakalarındaki toplam sayıyı söylüyor, fakat kimsenin gerçek rakamla ilgili herhangi bir fikri yok, çünkü nüfusun sadece küçük bir kısmı test edildi. Eğer on milyonlarca insan virüsü kapmışsa ve belirti göstermiyorsa bunu bilemeyiz. İşleri daha da karmaşıklaştıran diğer konu, yüksek oranda yanlış pozitif sonuç veren testlerin çokluğu, muhtemelen %80 gibi yüksek bir oran bu. (Hatta test doğruluğuna ilişkin korkutucu belirsizliklerle ilgili şu bağlantıya bakabilirsiniz). Tekrar edeyim: ben dâhil kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyor. İnsan ilişkilerine dair iki çelişkili eğilimin farkında olalım. Birincisi, korkuya oynamayan verileri görmezden gelen, kendi hayalindeki dünyayı yaratan ve kendisini besleyen histeri eğilimi. İkincisi, normal durumu ve konforunu bozan bilginin mantık dışı şekilde reddedilmesiyle gelen inkâr. Daniel Schmactenberger’in sorduğu gibi, inandığın şeyin doğru olduğunu nereden biliyorsun? 

Belirsizlik karşısında bir öngörüde bulunmak istiyorum: Kriz tamamen tükenecek ve biz asla bilemeyeceğiz. Eğer son ölüm sayısı, ki bu sayı da bir tartışmanın konusu olacak, korkulandan daha az olursa, birileri bunun önlemler işe yaradığı için olduğunu söyleyecek, başka birileri de hastalığın en başta bizlere söylendiği kadar tehlikeli olmadığını söyleyecek. 

Bana en şaşırtıcı gelen şey, yazıyı yazdığım sıralarda, Çin’de yeni vaka görülmüyor olması. Hükümet virüs iyice yerleşmeden önce karantina önlemlerini başlatmamıştı. Yani Çin Yeni Yıl’ı boyunca, insanlarla dolu her uçak, tren ve otobüs seyahati ile ülke boyunca virüsün geniş bir şekilde yayılması beklenirdi. Ne oluyor burada? Yine bilmiyorum, siz de bilmiyorsunuz. 

Küresel ölüm sayıları kaç olursa olsun, 50.000, 500.000 ya da 5 milyon, biraz derinlik kazanmak için şimdi başka rakamlara bakalım. Benim görüşüm Covid’in o kadar da kötü olmadığı ve hiçbir şey yapmamamız gerektiği DEĞİL. Okumaya devam edin. Geçen sene, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, tüm dünyada 5 milyon çocuk açlıktan ölmüş (bu sayı 162 milyon yetersiz beslenme sebebiyle sağlıklı büyüyemeyen çocuğa ve 51 milyon açlık çeken çocuğa dâhil). Bu sayı şu ana kadar Covid-19’dan ölen insanlardan 200 kat daha fazla ve hiçbir hükümet acil durum ilan etmedi ya da o çocukların hayatını kurtarmak için hayatlarımızda radikal değişiklikler yapmamızı önermedi. Aynı şekilde kıyaslanabilir bir alarm durumunu ve eyleme geçmeyi intiharlar konusunda da görmüyoruz. İntiharlar, umutsuzluk ve depresyon buzdağlarının görünen ucu, yılda dünyada 1 milyon kişinin, ABD’de de ise 50 bin kişinin ölümüne sebep oluyor. Ya da uyuşturucu dozaşımı, ABD’de 70 bin kişinin ölümüne sebep oluyor, otoimmün hastalıklar 23,5 ila 50 milyon insanı etkiliyor (NIH ve AARDA verileri), obezite 100 milyonun üzerinde insanı etkiliyor. Nasıl oluyorda nükleer bir felaketin ya da ekolojik çöküşün önlenmesi için bir çılgınlık içinde değiliz de, aksine, tam da bu tehlikeleri büyüten seçimlerin peşinden gidiyoruz? 

Lütfen, burada anlatmak istediğim nokta çocukların açlıktan ölümünü durduracak değişimleri yapmadık, o zaman Covid konusunda da yapmayalım demek değil. Tam tersine, eğer Covid-19 konusunda bu kadar radikal değişiklikler yapabiliyorsak, bunu diğer durumları değiştirmek için de yapabiliriz. Şu soruyu soralım: kolektif irademizi bu virüsü durdurmak için birleştirirken neden insanlığa karşı diğer ağır tehditlere karşı birleştirmiyoruz? Neden toplum, şimdiye dek, mevcut gidişat karşısında bu kadar donuktu? 

Cevap görünür olmaya başladı. Basitçe, açlık, bağımlılıklar, otoimmün hastalıklar, intihar ya da ekolojik çöküş karşısında toplum olarak ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kurtarıcı çözüm gibi verdiğimiz ve her biri kontrol etmeye çalışmanın bir türevi olan tepkiler bu sorunları çözmede pek etkili değil. Şimdi bulaşıcı bir salgın geldi ve sonunda eyleme geçiyoruz. Bu kontrol etmenin işe yaradığı bir kriz; karantinalar, izolasyon, el yıkama; hareketimizin kontolü, bilginin kontrolü, bedenlerimizin kontrolü. Bu da Covid’i ham korkularımızı yöneltebileceğimiz uygun bir alıcı, şu an dünyayı ele geçiren değişim karşısında hissettiğimiz büyüyen çaresizliğimize kanal olan bir mecra yapıyor. Covid-19 nasıl karşılayacağımızı bildiğimiz bir tehdit. Diğer birçok korkumuza kıyasla Covid-19 bir plan sunuyor. 

Medeniyetimizin yerleşik kurumları, günümüz zorluklarına karşı giderek daha aciz kalıyor. Sonunda karşılık verebilecekleri bir zorlukla karşılaşınca nasıl da buyur ettiler. Buna olağanüstü bir kriz olarak kucak açmaya nasıl da istekliydiler. Bilgi yönetim sistemleri doğallıkla nasıl da en endişe verici tasvirini ayıkladı. Toplum, adı anılmayan birçok tehditle başa çıkamayan yetkilileri vekil tayin edip nasıl da kolayca paniğe katıldı. 

Bugün, karşılaştığımız birçok zorluk güç kullanmayla çözülemiyor. Antibiyotikler ve ameliyat, giderek artan otoimmün hastalıklar, bağımlılıklar ve obezite kaynaklı sağlık krizi karşısında başarısız oluyor. Orduları fethetmek için inşa edilen silahlarımız ve bombalarımız başka ülkelere karşı nefreti ya da aile içi şiddeti evimizden uzakta tutmaya yaramıyor. Polislerimiz ve cezaevleri suçun var olma koşullarını iyileştiremiyor. Tarım ilaçları harap olan toprağı eski haline getiremiyor. Covid-19, modern ilaçlar ve hijyen karşısında bulaşıcı hastalıkların yenik düştüğü, aynı zamanda savaş makinesi karşısında Nazi’nin yenik düştüğü, ve teknolojik fetih ve ilerleme karşısında doğanın bizzat yenik düştüğü (ya da öyle göründüğü) eski güzel günleri hatırlatıyor. Silahlarımızın işe yaradığı ve dünyanın her yeni kontrol teknolojisiyle cidden ilerliyormuş gibi göründüğü günleri anımsatıyor. 

Nasıl bir problem hakimiyet ve kontrol ile yenilir? Öteki’nden gelen, dışarıdan birisinin sebep olduğu bir problem türü. Eğer problemin sebebi içimizden geliyorsa, evsizlik ya da eşitsizlik, bağımlılık ya da obezite gibi, o zaman savaşacak bir şey de yoktur. Oraya bir düşman monte etmeyi deneyebiliriz, mesela milyarderleri suçlarız, Vladimir Putin’i ya da Şeytan’ı, ama bu durumda milyarderlerin ya da virüslerin çoğalmalarına sebep olan temel koşullar gibi kilit bir noktayı gözden kaçırırız. 

Eğer medeniyetimizin iyi başardığı bir şey varsa, o da düşmanla savaşmaktır. İyi olduğumuz şeyi yapmak için fırsatlara açık oluruz, ki bu da teknolojimizin, kurduğumuz sistemlerin ve dünya görüşümüzün geçerliliğini kanıtlıyor. Sonra, düşmanlar yaratırız; suçu, terörizmi, biz-ya-da-onlar seçimi yaptıran hastalıkları biçimlendiririz ve kolektif enerjimizi de böyle görünen çabalara seferber ederiz. Böylece Covid-19’u ayrı bir yere koyup toplumu savaşa hazırlıyormuşçasına düzenleyip herkesi silah başına çağırırız. Bu arada nükleer kıyamet, ekolojik çöküş olasılığı ve 5 milyon çocuğun aç olmasına normal gibi muamele etmeye devam ederiz. 

Komplo Hikâyesi 

Covid-19 totaliter bir düzenin isteyeceği birçok şeyi haklı çıkardığı için, bunun kasıtlı bir güç oyunu olduğuna inananlar var. Amacım bu teorileri daha ileri bir noktaya taşımak ya da haksız çıkarmak değil. Yine de bu konudaki yorumlarımı sunacağım. Önce kısa bir özet geçeyim. 

Bu teoriler (ki çok fazla çeşidi var), sponsorluğunu Gates Vakfı, CIA, vb.nin geçen eylül ayında yaptığı Event 201 ve 2010’da Rockefeller Vakfı’nın “Lockstep” (Sıkı düzen) adında detaylı bir senaryoyu anlattığı rapor hakkında. Her ikisi de varsayılan bir salgın durumunda verilecek otoriter yanıtı ortaya koyuyor. Altyapı, teknoloji ve sıkıyönetim yasalarının yapısına dair hazırlıkların yapıldığını yıllardır gözlemliyorlar. Tek ihtiyaçları olan, dediklerine göre, toplumun bunları kucaklayabilmesiydi ve şimdi zamanı geldi. Mevcut kontrol önlemleri kalıcı olsun ya da olmasın, durum aşağıdakiler için bir emsal teşkil ediyor: 

· İnsaların hareketlerini tamamen takip etmek (koronavirüs yüzünden) 

· Toplanma özgürlüğünün askıya alınması (koronavirüs yüzünden) 

· Sivillerin askeri polisliği (koronavirüs yüzünden) 

· Yargısız, belirsiz süreli gözaltılar (karantina, koronavirüs yüzünden) 

· Nakit paranın kaldırılması (koronavirüs yüzünden) 

· İnternet kısıtlamaları (dezenformasyonla mücadele gereği, koronavirüs yüzünden) 

· Zorunlu aşılama ve diğer tıbbi tedaviler, devletin bedenimiz üzerinde söz sahibi olması (koronavirüs yüzünden) 

· Tüm aktivitelerin ve yerlerin mutlak şekilde izin verilen ya da yasak olarak sınıflandırılması (evinizden şunun için çıkabilirsiniz, bunun için çıkamazsınız), tarafsız, üzerinde bir yargıya varılmamış gri bölgelerin elimine edilmesi. Toplamda bunların hepsi totalitarizmin özünü oluşturuyor. Gerçi şimdi gerekli, neden, koronavirüs yüzünden. 

Bunlar komplo teorisyenleri için ağız sulandırıcı malzeme. Tek bildiğim, bu teorilerden bazıları doğru olabilir; öte yandan bahsi geçen olayların giderek artan bir kontrole doğru ilerlemesi, bilinçsiz bir sistemik eğilimden de kaynaklanabilir. Bu eğilim nereden geliyor? Uygarlığın DNA’sına kodlanmış. Bin yıldır, uygarlık (küçük ölçekli geleneksel kültürlere karşıt olarak) ilerlemeyi, kontolü tüm dünyaya yaymak olarak gördü: yaban hayatın ehlileştirilmesi, barbarların fethedilmesi, doğa kuvvetleri üzerinde uzmanlaşma ve toplumu yasaya ve mantığa dayalı şekilde düzenleme. Bilimsel Devrimle beraber kontrolün yükseleşi ivme kazandı, böylece “ilerleme” de gerçekliğin nesnel kategorilere ve niceliklere göre düzenlenmesi ve maddi dünyaya teknoloji ile hakim olunması gibi yepyeni zirvelere ulaştı. Son olarak, sosyal bilimler (Eflatun ve Konfüçyüs’e dayanan) kusursuz toplumu tasarlama tutkusunu yerine getirrmeyi vaat eden aynı araç ve metotları kullanmaya başladı. 

Uygarlığı idare edenler için kontrol etme güçlerini artıracak her fırsat mutlulukla karşılanır. Sonuçta, insan kaderine dair büyük hayali, yani kusursuzca düzenlenmiş ve hastalık, suç, açlık ve hatta ızdırabın kendsinin bile tasarımla önüne geçilip yok edildiği bir hayali gerçekleştirmeye hizmet etmektedir. Daha haince motivasyonlara ihtiyaç yok. Elbette ortak faydayı garantilemek için herkesin hareketlerini takip etmek isterler. Onlar için, Covid-19 bunun ne kadar gerekli olduğunu gösterir. “Koronavirüs dikkate alındığında demokratik özgürlükleri karşılayabilir miyiz?” diye sorarlar. “Şimdi zorunluluktan dolayı, bunları kendi güvenliğimiz için feda mı etmeliyiz?” Bu geçmişte 9/11 gibi benzer krizlere de eşlik etmiş tanıdık bir nakarat. 

Bilindik bir metaforu yeniden ele alalım. Elinde çekiç tutan bir adam canlandırın, elindeki çekici kullanabilmek için etrafında sebep arıyor. Birden dışarı çıkmış bir çivi görüyor. Vida ya da civatalara vurup pek bir şey başaramadığı onca zamandan sonra bir çivi arayıp duruyordu. Çekicin en iyi alet olduğuna ve dünyanın çivileri çakınca daha iyi bir yer olacağına dair yerleşik bir görüşe sahip. Ve işte bir çivi! O kadar hevesli ki çiviyi acaba kendisi mi oraya koydu diye şüpheye düşebiliriz, ama bu o kadar da önemli değil. Belki gördüğü şey çivi bile değildir. Yine de çakmak için oldukça uygun bir şey. Alet elimizde hazır olduğunda, onu kullanmak için her zaman fırsat doğacaktır. 

Yöneticilerden şüphe etmeye meyilli olanlar için şunu da eklemeliyim, belki şu an içinde bulunduğumuz durum gerçekten de bir çividir ve çekiç doğru alettir. Çekiç prensibi, vida için, düğme için, klips için veya bir yırtık için de hazır olarak, daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacaktır. 

Her durumda, ele aldığımız problem şeytani İlluminati zümresini devirmekten çok daha derindir. Gerçekten böyle bir zümre varsa bile, uygarlığın eğilimine baktığımızda, aynı trend onlar olmasa da devam edecek, ya da eskisinin işlevini üstlenen yeni bir İlluminati ortaya çıkacak. 

Doğru ya da yanlış, salgının toplumun üstündeki şeytanca işler yapan birileri tarafından korkunç bir komplo olduğu fikri, hastalığa sebep olan şeyi bulma (find-the-pathogen) yaklaşımından pek farklı değil. Sosyopolitik hastalığımızın kaynağındaki bir patojeni bize gösteriyor; böylelikle karşımıza alıp savaşmaya başlayabileceğimiz bu şey kendimizden ayrı olan ve bizi mağdur eden bir kişi ya da şey. Olaya böyle yaklaşmanın bir riski var. Toplumun böyle olayların gerçekleşebileceği verimli bir zemin olmasına sebep olan koşulları görmezden gelebiliriz. Bu zemin kasten fazla ekim yapıldığı için mi bu hale geldi, yoksa rüzgar mı yaptı, bana göre bu öncelikli sorun değil. 

Şimdi söyleyeceğim şeyin, Covid-19’un genetiği tasarlanmış bir biyolojik silah olup olmamasıyla, 5G teknolojisinin kullanıma açılmasıyla, kimi şeylerin “ifşa”sının önüne geçmek için yapılmış olmasıyla, totaliter bir dünya hükümetinin kurulmasının yolunu açacak bir Trojen atı olmasıyla, bize anlatılandan daha öümcül olmasıyla, bize anlatılan daha az ölümcül olmasıyla, kökeninin Wuhan biolaboratuvarları olmasıyla, kökeninin aslında Fort Detrick laboratuarları olmasıyla, ya da tam olarak CDC (ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi) veya WHO (Dünya Sağlık Örgütü)’nun bize söylediği gibi olduğuyla bir ilgisi yok. Söyleyeceğim şey herkes hatalı olsa bile ya da yaşadığımız şeye SARS-CoV-2 virüsü sebep olmamış olsa bile geçerli. Fikirlerim var, ama bu acil durum sürecinde öğrendiğim bir şey varsa o da aslında neler olduğu bilmiyor olduğum. İnterneti dolduran karmakarışık haberler, sahte haberler, söylentiler, yasaklanmış bilgiler, komplo teorileri, propaganda ve politize anlatıların ortasında bir kişinin nasıl bilebildiğini de anlamıyorum. Keşke daha fazla insan bilmemeyi kucaklayabilse. Bunu hem ana akım anlatıya inananlara hem de muhalif olan anlatılara kayan herkese söylüyorum. Bakış açılarımızın tutarlılığını koruyabilmek için hangi bilgileri dışarıda bırakıyoruz? Gelin inançlarımızla ilgili alçakgönüllü olalım; bu bir ölüm kalım meselesi. 

Ölüm Üzerindeki Savaş 

7 yaşındaki oğlum iki haftadır başka bir çocuk görmedi ve başkasıyla oyun oynamadı. Milyonlarca diğer kişiyle aynı gemideyiz. Çoğunluk, milyonlarca yaşamı kurtarmak için bütün çocukların bir ay boyunca sosyal etkileşime girmemesini makul bir bedel olarak görecektir. Peki ya 100.000 yaşamı kurtarmak için? Peki ya bir ay değil de bu bedeli bir yıl boyunca ödememiz gerekirse? Beş yıl? Farklı kişilerin temel değerlerine göre farklı görüşleri olacaktır. 

Önceki soruları, insanları istatistiğe ve bir kısım insanı başka şeyler uğruna feda edilecek şeylere çeviren, insanlık dışı faydacı düşünceyi delen daha kişisel bir soruyla değiştireyim. Benim için uygun soru şu olurdu: eğer annemin, hatta benim, ölme olasılığımızı düşürecekse bütün bir ulusun çocuklarının bir dönem boyunca oyun oynamaktan vazgeçmelerini isteyebilir miyim? Ya da şunu sorabilirim: kendi hayatımı kurtaracak diye sarılmanın ve tokalaşmanın sonunu getirecek bir ferman yayınlar mıydım? Bunlar her ikisi de çok kıymetli olan kendi yaşamımı ya da annemin yaşamını değersizleştirmek için sorduğum sorular değil. Onunla geçirdiğim her gün için minnet doluyum. Fakat bu sorular derin mevzuları ortaya çıkarıyor. Yaşamanın doğru yolu nedir? Ölmenin doğru yolu nedir? 

Bu tür soruları cevaplamak, ister kendi adınıza ister bütün toplum adına olsun, ölümü nasıl karşıladığımız ve insan hakları ile kişisel özgürlüklerin yanında oyuna, dokunmaya, birlikte olmaya ne kadar değer verdiğimizle ilişkili. Bu değerleri dengeleyecek kolay bir formül yok. 

Hayatım boyunca toplumun emniyette olmayı, güvenliği ve risk azaltmayı giderek daha fazla vurguladığını gördüm. Bu özellikle de çocukluğu etkiledi: biz küçük bir çocukken gözetim altında olmadan evden birkaç kilometre uzakta dolaşmak normaldi, bugünse bu davranış Çocuk Koruma Hizmetlerinden gelecek bir uyarıya sebep oluyor. Bu vurgu aynı zamanda lateks eldivenlerin giderek daha fazla mesleğe yayılmasında, el dezenfektanlarının her yerde olmasında, okulların güvenlikli, kilitli ve gözetim altında olmasında, havayolu ve sınır kontrollerinin yoğunlaştırılmasında, hukuki yükümlülükler ve sorumluluk sigortası konularında artan duyarlılıkta, kamu binalarına ve spor alanlarına girişlerdeki aramalar ve metal detektörlerin yoğunluğunda ve bunun gibi birçok şeyde kendini gösteriyor. Daha da büyütün, konu devlet güvenliği haline geliyor. 

Mantra haline gelen “önce güvenlik” uyarısı, hayatta kalmanın en birinci önceliğimiz olduğu bir değerler sisteminden geliyor, aynı zamanda da eğlence, macera, oyun ve sınırları zorlama gibi diğer değerleri hakir görüyor. Başka kültürlerin öncelikleri farklıydı. Mesela Jean Liedloff’un klasik eseri The Continuum Concept’te (Süreklilik Konsepti) belgelediği gibi, çoğu geleneksel ve yerel kültürde çocuklara çok daha az korumacı davranılıyor. Çoğu modern insana akıl tutulması yaşatacak derecede çocukların risk ve sorumluluk almasına izin veriliyor. Bunun çocukların özgüven geliştirmesi ve iyi bir muhakeme gücüne kavuşması için gerekli olduğuna inanıyorlar. Bence çoğu modern birey, özellikle de gençler, hayatı dolu dolu yaşayabilmek için güvenliğin feda edilmesine doğuştan gelen bir isteklilikle tutunuyorlar. Öte yandan, etrafımızı saran kültür korku içinde yaşamamız için acımasızca bize baskı yapıyor ve korkuyu somutlaştıran sistemler inşa ediyor. Bu sistemlerde güvende kalmak aşırı derecede önemli hale geliyor. Öyle ki, kararların çoğunluğunun risk hesaplarına dayalı olduğu bir sağlık sistemimiz var. Hekimin nihai başarısızlığı anlamına gelen en kötü çıktısı da ölüm. Yine de ölümün her zaman bizi beklediğini biliyoruz. Kurtarılan bir hayat aslında ertelenen bir ölümdür. 

Uygarlığın kontrol programının gerçekleştireceği nihai şey de bizzat ölüm üzerinde bir zafer kazanmak. Modern toplum, bunu başaramazsa, zaferin bir başka kopyasına yönelecek; o da fetih değil, inkâr. Bizimkisi ölümün inkâr edildiği bir toplum; cesetlerin saklanmasından ve gençlik fetişinden tutun, yaşlı insanları bakım yuvalarına depolamaya kadar. Hatta para ve mülkiyet takıntısı da kalıcılığı olmayan varlığın, bağlılıkları vasıtasıyla kalıcıymışçasına ifade edilmesine dayanan bir yanılgı (“Benim” kelimesi varlığın kendinden öteye genişlemesini imliyor). Modernitenin sunduğu kendilik anlatısıyla -yani Ötekilerle dolu bir dünyada ayrı bir birey olduğum hikâyesiyle- beraber tüm bunlar kaçınılmaz hale geliyor. Bu ayrı birey, genetik, sosyal ve ekonomik rakiplerle sarılmış durumda olduğu için gelişebilmek için kendini korumalı ve hatta diğerleri üzerinde hakimiyet kurmalıdır. Ayrılık anlatısında mutlak yok oluş anlamına gelen ölümü önleyebilmek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Biyoloji bilimi bile bize doğamızın hayatta kalma ve üreme şansımızı en üst düzeye çıkarmak olduğunu öğretti. 

Peru’daki Q’ero yerlileri ile zaman geçirmiş doktor bir arkadaşıma sordum; eğer yapabiliyor olsalardı Q’ero yerlileri bir kişinin yaşamını uzatabilmek için onu entübe (Ç.n: solunum yetmezliği yaşayan hastaların soluk borusuna ulaşan boru takma işlemi) ederler miydi? “Kesinlikle hayır,” diye yanıtladı. “Şamanlarını çağırır ve iyi ölmesini sağlarlardı.” İyi ölme kavramına (ki bu acısız ölmekle aynı anlama gelmez) günümüz tıp literatüründe pek rastlanmaz. Hastane kayıtları hastalarının iyi ölüp ölmediklerine dair raporlar hazırlamazlar, çünkü bu olumlu bir sonuç olarak algılanmaz. Ayrılık anlatısının olduğu dünyada ölüm nihai felakettir. 

Peki gerçekten öyle mi? Bir de Dr. Lissa Rankin’den gelen şu açıdan konuyu ele alalım: “Hepimiz bir yoğun bakım ünitesinde kalarak sevdiklerimizden tecrit edilmiş, nefes alabilmek için bir makineye bağlanmış şekilde ve tek başımıza ölme riskini almak istemeyebiliriz. Bu kişinin hayatta kalma şansını artıracak olsa bile böyle. Bazılarımız sevdiklerimizin kollarında evimizde olmak isteyebiliriz, bu zamanımızın dolduğu anlamına gelse de böyledir… Anımsayın, ölüm son değildir. Ölüm yuvaya geri dönmektir.” 

Eğer kendilik dediğimiz şey ilişkisel, birbirine bağlı, hatta karşılıklı varlık gösteren bir şey olarak anlaşılırsa, o zaman kişi ötekine, öteki de kişiye akıp birbirlerine karışırlar. Eğer kendilik dediğimiz şeyi ilişki matrisindeki bilincin bir odağı gibi anlayabilirsek, o zaman yaşadığım her problemde bir düşman aramak durumunda kalmam, bunun yerine ilişkide bozulan dengeye bakarım. Ölüm üzerindeki Savaş, hayatı iyi ve dolu dolu yaşama arayışına yol verir. Böylece ölüm korkusunun aslında yaşam korkusu olduğunu görürüz. Güvende kalalım diye ne kadar yaşamdan vazgeçelim? 

Totalitarizm (yani kusursuz denetim durumu) ayrılık mitolojisinin kaçınılmaz son ürünüdür. Hayata yönelen, savaş gibi bir tehdit dışında başka ne mutlak kontrole imkân verir? Tam da bu nedenle Orwell daimi bir savaşı Parti iktidarının önemli bir bileşeni olarak tanımlamıştı. 

Kontrol programının, ölümün inkarı ve ayrılık anlatısının bulunduğu zemine karşın, kamu çıkarının ölüm sayılarını minimumda tutma yollarını araması gerektiği varsayımı şüphesiz oyun, özgürlük, vb. değerleri ikinci plana atan bir amaçtır. Covid-19 bu görüşü genişletme fırsatı sunuyor. Evet yaşamı kutsal addedelim, hem de hiç yapmadığımız ölçüde. Ölüm bize bunu öğretiyor. Her bir bireyi, genç ya da yaşlı, hasta ya da sağlıklı; kutsal, kıymetli, sevilesi varlıklar olarak görelim. Ve kalplerimizin meclisinde diğer kutsal değerler için de yer açalım. Yaşamı kutsal addetmek sadece uzun yaşamak değildir, aynı zamanda dolu dolu, doğru ve iyi yaşamaktır. 

Tüm korkular gibi, koronavirüs hakkındaki korku da, korkunun ötesinde ne olabileceğini ima ediyor. Yakın birisinin kaybını deneyimleyen herkes bilir ki, ölüm sevgiye açılan bir geçittir. Covid-19 ölümü reddeden bir toplumun bilincinde ölümü ön plana taşıdı. Korkunun diğer tarafında, ölümün özgürleştirdiği sevgiyi görüyoruz. Bırakalım iyice ortaya dökülsün. Kültürümüzün toprağını sırılsıklam etmesine, yer altı tabakalarını doldurmasına izin verelim, böylece kabuk bağlamış kurumlarımızın, sistemlerimizin ve alışkanlıklarımızın çatlaklarından içeriye sızsın. Hatta bunlardan bazıları ölebilir de.

Charles Eisenstein

(yazının ikinci ve son kısmı bir şurada)

20 Mart 2020 Cuma

Rüyalar - XII

(4 Mart 2020 Çarşamba - Eskişehir)

(Ön not: Kimi zaman rüya aralarında hafifçe uyanıyorum. Fakat bir rüyayı baştan sona yazacak kadar ayılamıyorum. Böyle zamanlarda eğer elim kaleme ve deftere erişebilirse rüyadan hatırımda kalan imgeleri yazmağa çalışıyorum. Eğer şanslıysam ayıldığımda hatırlarım diye. İşte 4 Mart sabahı,  bir daha hiç hatırlamadığım ve muhtemelen hatırlamayacağım bir kaç imge ve arkasından daha net bir rüya)

(1) Yanan ev, "babasının kızı", inatçı baba, köyde bir rekabet, ben sadece izliyorum.

...

(2) Batıgün, tekne, okyanus, önceki gece okyanusa gitmişim ama hatırlamıyorum. Tek başıma. Su altında çirkin suratlı balıkların görüntüleri. Bir harabede Batıgün'le Tilki arıyoruz. Bir kapıyı açınca arılar çıkıyor. Bana geliyorlar diye hızla çıkıyorum oradan.


*Bu ikinci rüya ilginç. Suyun altına dair gördüğüm imgelere dair geçici(?)** bir son. Çirkin balık suratının anlamına dair bir fikrim var. Geçenlerde Jung'un Rüyalar kitabını okurken bilinçdışımda yerleşen korkular ve bunların rüyalarımda kendini gösterme şekilleri hakkında düşünmeye başladım. Kitabı kenara koyup yarı meditasyon, yarı tefekkür bir halde oturdum.

Çok uzun zamandır gördüğüm ve rüyalarımda beni her zaman tedirgin eden su altı -genellikle bir fırtınanın yahut derinliğin ve neredeyse her zaman karanlığın eşlik ettiği okyanus, nehir, deniz, göl imgeleri- üzerine hissettiğim kaygı ve korkuyu çağırdım. Duygu yükselirken onu bastırmak istemedim, bunun bana armağanının ne olduğunu kavramak isteyerek güçlü ama usulca bir niyette bulundum. Aynı çalışmayı hemen öncesinde âşık olduğum kadınların özelliklerini düşünerek yaptığımda inanılmaz bir genişleme ve bütünleşme hissi yaşamıştım. Şimdi benzerini ilk defa korktuğum imgelere uygulamak istedim.

Kalbim hızla çarpmaya başladı. Sıkışmışlık ve bilinmeyen karşısında yoğun bir korku kendini gösterdi. Duygulara izin verdim ve yıllardır yaptığım meditasyonların meyvesini böyle küçük anlarda yakaladığımı bilerek izlemeye koyuldum. Bedenim titriyordu. Gözümü kapatıp okyanusun dibine daldığımı hayal ettim. Simsiyah, hiçbir şey görmüyorum. Siyahlığın içinde yüzüyorum. Ve karanlığın ne kadar engin olduğunu fark ediyorum. Korkuyorum. Fakat yeni bir his geliyor yavaş yavaş: Merak. Keşif duygusu ile korkum birbirine karışıyor. Merak duygusu öyle yoğun ki, bu korkunun arkasından çocukluğumun bastırılmış bir duygusuna temas ettiğimi kavrıyorum. Korkunun yoğunluğu kısa bir süre içinde yerini merakın coşkusuna bırakıyor. Gözlerim doluyor; coşkuyla ağlıyorum. Bunca yıldır özlemini çektiğim bir duyguymuş, ve işte bu kadar yakınmış. Coşku duygusu özleme ve yasa dönüşüyor. Gerçek bir vuslat ânı yaşamadığım için kıyaslayamam. Herhalde vuslat esnasında hissedilen yoğun duygu karışımı her ne ise şimdi tüm hücrelerimde onu yaşıyor olmalıyım. Bir süre bu duygunun akıp gitmesine izin veriyorum. Fakat duygu seli yatışmıyor. Duygunun geldiği merkez derin ve karanlık; okyanus gibi. Fiziksel olarak daha fazla duyguyu kaldıramayacağımı fark edince kendimi yatıştırıyorum...

Vizyonumda gördüğüm balık imgesini ilk kez (ve son kez?) su altı rüyalarımda görüyorum. Bir evrenin kapanışını muştuluyor olabilir.

Rüyanın devamındaki imgelerin bolluğu hem şaşırtıcı, hem de benim yorumlama kapasitemi aşıyor. Daha önce Tilki ile çok haşır neşir oldum, fakat arı imgesini ilk defa görüyorum. Tilki, hayatımda farklı bir kaç konuya temas etse de, genellikle kendimle olan bağlantıyı imliyor. Bu bağlantıyı bir harabede hem de (okyanusa gittiğim gibi yalnız başıma değil) ağabeyimle arıyorum. Sonrasında da arılar çıkıyor ve onlardan kaçıyorum. İmgeler çok açık, ancak henüz birleştiremiyorum. Bunu sonraki rüyalar ile birleştirebilirsem daha net açıklayabilirim, umarım.


Google'da 'Çirkin Balık' anahtar kelimelerini aratınca karşıma çıkan balıklar.
Bir vizyon olarak gördüğüm balık buradakine çok benziyordu.
Fakat iki tanelerdi, ve etrafları zifiri karanlık olduğu için sadece suratlarını görebiliyordum.
(Karşıma çıkış ve suratlarının bakış yönü bu fotoğraf ile aynı)


(** Yaklaşık 15 gündür su altına dair hiç rüya görmüyorum, ve tekrar görüp görmeyeceğimi yahut ne zaman göreceğimi merak ediyorum...)

19 Mart 2020 Perşembe

Sır

"Soruların güzel yanı nedir biliyor musunuz?
Cevapları bilmememiz.
Nihayetinde cevaplar yalnızca tanrıdadır.
Onlar onun sırrıdır.
Tanrının yalnızca kendisinin bildiği sırrı...
İnandığımız gizem bu.
Vicdanımıza yön veren gizem budur."


Ursa Major


"You know what is so beautiful about questions?
It’s that we don’t have the answer.
In the end (s)he got all the answers.
They're his/her secret.
God's secret only which (s)he knows.
That is the mystrey in which we believe.
That is the mystrey that guides our conscience."

from the series The New Pope

Şu da bonus

7 Mart 2020 Cumartesi

Rüyalar - XI

(27 Şubat 2020 Perşembe - Eskişehir)


Havacılıkla ilgili bir eğitime gidiyorum. Liseden dostum (erkek) N. de orada. Birlikte gidiyoruz fakat o bir yerde kalıyor. Sanki bir orman gezisine dönüşüyor bu eğitim. Eğitimi aldığım kısım yok, hatırlamıyorum. Eğitim bitmiş. Bir ara tuvalete gitmem gerekiyor. Oldukça kötü eski bir bina. Beton sıvaları dökülüyor. Hatta savaştan çıkmış gibi, yıkılmış yerleri var. Görüntüyü beğenmiyorum ve "insan şurayı bir yaptırır" diye düşünüyorum. Eğitimden sonra otobüslerle dönecektik, ama plan değişmiş. Uçakla döneceğiz. Küçük özel uçaklardan, 5-6 kişilik. Bu durumu N.'ye haber veriyorum ama eğitime katılmadığı için onu bindirmeyecekler. Ben onsuz gideceğim.

*Bu rüyada ilginç olan, uzun bir süredir su ve suyun altına dair gördüğüm imgenin birden bire değişmiş olması. Hatta kadın karakterler de yerini erkek bir karaktere bırakıyor. Suyun altı, yerini havaya bırakıyor. Daha da ilginci, N. kendimi bildim bileli uçaklara ve havacılığa meraklı bir arkadaşım. Benim pek öyle meraklarım olmamıştı. Onun temsil ettiği bir şeyi bilinç dışımdan bilincime getiriyorum. Maalesef ne olduğunu çözemedim. En iyi tahminim suyun altında aradığım ve anima arketipi ile eşdeğer tutabileceğim şey her ne ise, artık bu konuyu geriye bıraktığım ve belki de logos ile alakalı şeylere yöneldiğim olabilirdi. Fakat sonraki rüyalarda hem su altı, hem de eski sevgili geri döndü.

**Tuvalete gittiğim yıkık bina ve o binaya burun kıvırmam çok iyi bir metafor. Üzerine uzun uzun düşünsem de neye tekabül ettiğini bulamadım. Bu bina, bedensel yahut ilkel ihtiyaçlarımla (tuvalet) alakadar olan benliğimin bir kısmını (id?) temsil ediyorsa şayet, bunlara burun kıvırmam aslında daha ulvi şeylerle (havacılık, uçmak) ilgileniyor olmamla alakalı olabilir.

Bilinç dışım bana yol gösteriyor olabilir mi?

(28 Şubat 2020 Cuma - Eskişehir)

Eski bir bilgisayarı çalıştırıyorum. İçerisindeki eski oyunları bulup bunlarla oynuyorum. Tıpkı Amiga gibi bir bilgisayar bu. Etrafımda başkaları da var ama sanırım o kadar önemli değiller, çünkü hiçbirini hatırlamıyorum. Oyunları oynadıkça, eskiden onları oynadığım için, ilerledikçe neler olacağını hatırlıyorum ve bu beni epey heyecanlandırıyor.

*Bu rüyanın yorumu çok büyük ihtimalle hayatımda vuku bulan bir olayla ilişkili. Buna değinmek istemiyorum.


(01 Mart 2020 Pazar - Eskişehir)

Bu rüyayı akşamdan kalma bir haldeyken gördüm. Neredeyse akşama kadar uyudum ve her uyandığımda başım dönüyordu. Hatırladıklarımın bölük pörçük olmasının önemli bir sebebi de bu. Hatırımda kalan bir kaç rüyadan fragmanlar:

(1)
Bir rüyada evleniyordum. Gelin muğlak bir karakter. Tanıdığım birisi olmamasına rağmen eski sevgilim C.'yi andırıyor. Bir çok nitelikleri ortak ve sanki bu kişi oymuş gibi hissediyorum.

(2)
Bir diğer rüyada İstanbul'a gitmişim. Burada nasıl geçineceğimi ve ne yapacağımı bilemiyorum ve kaybolmuş hissediyorum. Bir miktar depresif bir his var üzerimde. İstanbul'da ziyaret etmek istediğim insanların bir listesini yapmaya çalışıyorum. Bunlardan ikisi ilkokul arkadaşlarım D. (kadın ve hatırladığım ilk aşkım) ve diğeri de M. (erkek, yine ilk dostlarımdan diyebilirim). Sonradan fark ediyorum ki bu ziyaretler aslında bir oyalanmaca. Asıl derdimi (geçinme meselesi ve depresif hali) görmezden geldiğimi ve içsel bir kaçış yarattığımı kavrıyorum. Bir noktada eski bir arkadaşım F.'yi görüyorum (F. hayatında oldukça spritiüel ve derinlikli bir insandır, beni bir hayli tetikleyen bir modu olsa da, genellikle onun tecrübelerinden yararlanmışlığım çoktur. Benim için ender kadın elder'lardan birisi diyebilirim). Bana 'gerçekten içimden gelen şeyin' ne olduğunu soruyor. Likya Yolu'nda rehberlik etme konusu gündemime geliyor birden. Kendimi Likya Yolu'nda bir şeyler yaparken buluyorum. Ama hissi öyle muhteşem gelmiyor. Hâlâ bir miktar depresif hissim var. Muğlak bir şekilde bitiyor rüya.

(3)
Üstteki rüyalardan ayrı gibi duran bir başka fragman. Ankara'dayım. Bir yere gideceğim ve bu yere haritadan bakıyorum. Bir dolmuştayım. Yanımda daha önceki bir eski sevgilim S. var. Güya arkadaşız. Bir şeyler konuşuyoruz, eskisi gibi hissediyoruz, fiziksel olarak da yakınlaşıyoruz ve sonra öpüşmeye başlıyoruz.


*Yorumlaması çok zor. Bir kadın ve erkeğin olduğu ikinci rüyada anima ve animus (yahut logos mu demeli?) arasında bir denge var gibi görünüyor. Öte yandan bu dengeli görünen ziyaretlerin beni oyaladığını düşünüyorum. Asıl yapmam gereken şey sanki daha macera dolu ve bana has bir eylem: Başkası yok, ben ve Likya Yolu. Yine de istediğim enerjiyi vermiyor olmasını nasıl açıklayacağım?

**Fazla değil bir iki gün öncesinde eski sevgili motifinden kurtulduğumu zannetmiştim. Hayatımda gerçekleşen bir takım olaylar, sonlanmalar neticesinde bu çok anlamlıydı. Ve hatta kutlamak istemiştim bunu. Öte yandan emin değilim hâlâ... Yine de ilk rüyada bir evlilik, sonuncusunda ise öpüşme var. Her ikisinde de birleşmeye dair bir şeyler. Belki de bu konuyu arkada bırakabiliyor olmama dair bir analoji olarak okunabilir. Son rüyada bir haritam olması ve hedeflediğim bir yerlere gidecek olmam, birleşme analojisiyle de uyumlu. Kendi içimde birleşmiş hissediyorum ve bir yandan da psişemin amacını gerçekleştirmeye doğru hareket ediyorum.

Bir Ankara dolmuşu ise bugüne kadar gördüğüm en yerli motiflerden birisi :)

2 Mart 2020 Pazartesi

Rüyalar - X

Eski notlarımdan derlediğim üç rüya:

(12 Şubat 2019)

Bir çeşit simülasyon gibi bir şey. Bir ülkenin ordusuna sızmaya çalışan iki asker ya da ajanız.. Ortağım hayatımdan tanıdığım birisi değil. Bu ülkenin kendi askerlerini eğitirken kullandıkları teknikleri öğrenmeye çalışıyoruz. Sanki muhabir gibi girmişiz içeriye. Askerlere sorular soruyoruz. Çok ilginç teknikler kullanarak askerlerin beyinlerini yıkayabildiklerini öğreniyoruz. Garip testler var. Herkesin doldurması gereken ajandaları var. Ve bu ajandalar da bir odada sergileniyorlar. İki askerle konuşup detaylı bilgi alıyorum. Bana çok samimi davranıyorlar. Zamanımız dolup oradan ayrılırken hepsine samimi şekilde veda ediyorum. Fakat askerlerin başında bir kişi var. Rütbeli biri. Sanki gizli görevimizin farkında. Ortağımla beni başka bir odada buluyor ve filmlerdeki kötü adam konuşmaları gibi (kötü senaryolardaki gereksiz nutuklar vardır ya, o şekilde) bir konuşmaya başlıyor. Rüyamın atmosferi bir zamanlar oynadığım bir bilgisayar oyununu hatırlatıyor, tıpkı Max Payne gibi...


(03 Mart 2019)

Bir gemiyle bir kıyı kasabasına geliyoruz. Bir salgın var. Ve bu insanları zombiye (ya da ona çok benzeyen başka bir şeye) dönüştürüyor. Uzun bir kaçış sahnesi başlıyor. Defalarca yakalanıyorum ama bir şekilde onları benim de aslında bir çeşit zombi olduğuma inandırıyorum ve kurtuluyorum. Onlarla çalışıyorum. Aslında biraz arada kalmışım gibi. En son bir kaçış planı yapıyorum. Önce gizlenerek ve görece rahat başlayan kaçışım sonrasında ifşa oluyor, kitleler halinde beni kovalamaya başlıyorlar. Sonunda yine yakalanıyorum. Bu sefer foyam ortaya çıkmış, zombi olmadığımı biliyorlar ve onları kandıramıyorum. Beni yemeye başlıyorlar. Bu sırada içlerinde siyahi bir kadın, "bir şey olmayacak, hepimiz yıldızız" diyor. 
...
(Bu rüyadan hemen önce yine eski sevgili C.'yi gördüğüm bir rüya görmüştüm, fakat hatırlayamadığım için not almamışım...)


(11 Temmuz 2019 bir öğleden sonra uykusu, İzmir)


Sanırım Uşak'tayım. Babamla beraber eski ve tüplü bir araba kullanıyoruz. Arabanın gazı bitiyor ve doldurmak için şehir merkezinde yer arıyorum. Araba eski tip olduğu için uygun yer yok. Ana caddede bir fotoğraf stüdyosunun yanında küçük bir tüpçü var. Amerikan filmlerindeki gibi, dükkanın önünde bir benzin dolum yeri ve o tabanca gibi aletten var. Ve ücretsiz gibi görünüyor. Gece olduğu için dükkanda ve etrafta kimse yok. Ben de gidip gazı dolduruyorum. Doldururken, arabanın deposu en fazla ne kadar alacak bilmiyorum ve acaba gereğinden fazla doldurursam diye kaygılanıp biraz tereddüt ediyorum. Ne kadar basacağımı bilmiyorum.