(Yazının ilk kısmına şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Yeşil Gazete'de yayınlanan kısım da şurada. Ayrıca Charles Eisenstein'ın kendi web sitesinde de tek parça halinde yayınlandı.)
Nasıl bir dünyada yaşayalım?
Güvenlik uğruna yaşamın ne kadarını kurban etmek istiyoruz? Eğer bizi daha güvende tutacaksa, insanların asla bir araya gelmediği bir dünyada mı yaşamak istiyoruz? Dışarıda sürekli maskeyle dolaşmak mı istiyoruz? Eğer bu bazı yaşamların kurtulmasını sağlayacaksa, her seyahat ettiğimizde tıbbi taramaya mı tabi tutulmak istiyoruz? Bedenlerimiz üzerindeki nihai egemenliğimizi (politik otoriteler tarafından seçilen) tıbbi otoritelere bırakarak, yaşamın genel olarak ilaçlar tarafından çözülmesini kabul etmeye istekli miyiz? Katılacağımız her etkinliğin sanal bir etkinlik olmasını istiyor muyuz? Daha ne kadar korkuda yaşamak istiyoruz?
Covid-19 eninde sonunda durulacak, fakat bulaşıcı hastalık tehdidi kalıcıdır. Bu tehdide vereceğimiz yanıt geleceğimiz için bir rota belirleyecek. Kamu yaşamı, toplumsal yaşam, fiziksel anlamda paylaştığımız yaşam birkaç nesil boyunca azaldı. Dükkânlarda alışveriş yapmak yerine, ürünleri evimize getirtiyoruz. Dışarıda oynayan bir avuç çocuk yerini dijital maceralara ve oyun buluşmalarına (play dates) bıraktı. Halk meydanı yerine çevrimiçi forumlarımız var. Kendimizi birbirimizden ve dünyadan giderek daha fazla soyutlamaya devam etmek niyetinde miyiz?
Özellikle sosyal mesafelenmenin başarılı olması durumunda, Covid-19’un doğal seyrini sürdüreceği söylenen 18 aylık sürenin ötesinde de tehdidin devam edeceğini hayal etmek de zor değil. Bu süre boyunca yeni virüslerin ortaya çıkabileceğini hayal etmek de mümkün. Tıpkı 9/11 sonrası ilan edilen olağanüstü önlemlerin bugün hala varlığını sürdürmesi gibi, şimdi alınan acil durum tedbirlerinin de (başka bir salgın ihtimalini ortadan kaldırmak için) normale dönüşeceğini hayal etmek mümkün. Enfeksiyona yeniden yakalanmanın mümkün olduğunu (çünkü mümkün olduğu söyleniyor) hayal etmek de zor değil ki bu durumda salgın seyrini asla tamamlayamayacak. Yani bu geçici değişiklikler pekâlâ kalıcı duruma dönebilirler.
Yeni bir salgın riskini düşürmek için, kucaklaşmanın, tokalaşmanın ve fiziksel temasın sonsuza dek ortadan kalktığı bir toplumda yaşamayı mı seçelim? Artık topluca bir araya gelmeyen bir toplumda yaşamayı mı seçelim? Konserler, spor müsabakaları ve festivaller artık geçmişimizin bir parçası olarak mı kalsın? Çocuklar artık başka çocuklarla oynamasın mı? Tüm insan temasına bilgisayarlar ve maskeler mi aracılık etsin? Dans dersleri, karate kursları, konferanslar ve hatta dini toplanmalar son mu bulsun? İlerlememizi ölçmek için ölüm sayısındaki azalmayı mı standart kabul edelim? İnsani gelişmişlik uzaklaşma anlamına mı gelsin? Gelecek bu mu olsun?
Aynı soruyu, bilginin akışı ve insan hareketlerini denetleme amacındaki yönetim aygıtlarına da uyarlayabiliriz. Bu yazı kaleme alınırken tüm ulus kilit alına alınmaya doğru ilerlemekteyiz. Bazı ülkelerde, kişi evinden çıkabilmek için devletin web sitesindeki bir formun çıktısını almak zorunda. Bu bana bulunacağımız yer konusunda her zaman izin almamız gereken okulu hatırlatıyor. Ya da hapishaneyi. Hareket özgürlüğünün kalıcı olarak devlet yöneticileri ve onların kullandığı yazılımlarla idare edildiği bir sistem olan Elektronik Geçiş Yetkilendirmesi’nin (Electronic Hallpass) her yerde kullanılacağı bir gelecek mi öngörüyoruz? Böylece tüm hareketler, izin verilsin ya da yasaklanmış olsun, izlenecek. Ve korunma uğruna, sağlığımızı tehdit eden bilgiler (yine çeşitli otoriteler tarafından kararlaştırıldığı gibi) kendi iyiliğimiz için sansürlenecek.
Acil bir durum karşısında, tıpkı bir savaş hali gibi, bu tür kısıtlamaları kabul eder ve özgürlüklerimizi geçici olarak teslim ederiz. 9/11’e benzer şekilde, Covid-19 da tüm itirazları ortadan kaldırır.
Tarihte ilk kez, en azından gelişmiş ülkelerde, böyle bir vizyonu gerçekleştirecek teknolojik araçlar mevcut (mesela cep telefonlarının konum verileri ile sosyal mesafelenme zorlanıyor; şu bağlantıya da bakabilirsiniz). Sallantılı bir geçişten sonra neredeyse tüm yaşamın çevrimiçi olduğu bir toplumda yaşayabiliriz: alışveriş, toplantı, eğlence, sosyalleşme, çalışma, hatta randevular. Peki bunu mu istiyoruz? Kaç yaşamın kurtulmasına değer bu?
Eminim bugün alınan kontrol önlemlerinin çoğu birkaç ay içerisinde hafifletilecek. Hafifletilecek evet, ama kullanmaya hazır durumda kalacak. Bulaşıcı hastalık bizimle olduğu sürece, bu önlemlerin gelecekte tekrar tekrar yeniden kullanılmaları veya değişen alışkanlıklarımızla beraber bunları kendimize dayatmamız muhtemel.
Deborah Tannen'in koronavirüsün dünyayı nasıl kalıcı olarak değiştireceği ile ilgili Politico’daki makalesinde belirttiği gibi; “Şimdi bir şeylere dokunmanın, insanlarla bir arada olmanın ve kapalı ortamlarda havayı solumanın bile riskli hale geldiğini biliyoruz… Tokalaşmaktan ve yüzümüze dokunmaktan geri durmak ikincil doğamız haline gelebilir, hatta ellerimizi yıkamaktan kendimizi alamayınca toplum olarak OKB (obsesif kompulsif bozukluk) mirasçısı olabiliriz.” Binlerce, milyonlarca yıllık dokunma, temas ve birliktelikten sonra insanlığın ilerleyişinin zirvesi sırf riskli oldukları için bu eylemlerden vazgeçmemiz mi olacak?
Yaşam Topluluktur
Kontrole dayalı bir programın düştüğü ikilem şudur ki, aslında bizi kendi hedeflediği yere neredeyse hiç götürmez. Neredeyse tüm orta-üst sınıf insanların evlerinde güvenlik sistemi bulunmasına rağmen, insanlar bir nesil öncesine göre daha güvende ya da daha kaygısız durumda değiller. Ayrıntılı güvenlik önlemlerine rağmen okullarda daha az kitlesel şiddet eylemi de görülmüyor. Tıp teknolojisindeki muazzam ilerlemeye karşın, son otuz yılda ABD ve İngiltere’de daha sağlıksız hale gelen bir şey varsa o da kronik hastalıkların artması ve insanların yaşama dair umutlarının yerinde saymasıdır.
Covid-19’u kontrol etmek için uygulanan önlemler aynı şekilde önlediklerinden daha fazla ölüm ve ıstıraba sebep olabilirler. Ölüm sayısını azaltmak demek, öngörebildiğimiz ve ölçebildiğimiz ölümlerin sayısını azaltmak anlamına gelir. Mesela izolasyon kaynaklı depresyon, işsizlik sebebiyle oluşan çaresizlik ya da kronik korku sebebiyle bağışıklık sisteminin düşmesi ve sağlığımızın gücünü yitirmesi gibi sebeplerin ne kadar ölüme sebep olacağını ölçmek imkansızdır. Yalnızlık ve sosyal etkileşim yetersizliğinin enflamasyon, depresyon ve demans hastalıklarını artırdığı biliniyor. Dr. Lissa Rankin, ölüm riskinin hava kirliliği ile %6, obezite ile %23, alkol bağımlılığı ile %37, yalnızlıkla ise %45 oranında arttığını söylüyor.
Hesaba katılmayan bir diğer tehlike ise aşırı hijyen ve mesafenin yol açtığı bağışıklıktaki bozulmadır. Sağlığımız için gerekli olan sadece insanlarla sosyal temas değil, aynı zamanda mikrop dünyası ile de temas etmemiz gerekir. Genel konuşursak, mikroplar düşmanımız değil, şifa için müttefiklerimizdir. Bakteriler, virüsler, mayalar ve diğer organizmaları içeren zengin bir bağırsak biyomu iyi işleyen bir bağışıklık sistemi için kaçınılmazdır. Bu çeşitliliği de diğer insanlar ve dışarıdaki dünya ile temas ederek sağlarız. Aşırı el yıkama, antibiyotiklerin aşırı kullanımı, aseptik (mikropsuz) temizlik ve insanlara temas etmede yoksunluk iyilikten çok zarar verebilir. Ortaya çıkacak alerjiler ve otoimmün bozukluklar, yerini aldıkları bulaşıcı hastalıktan daha kötü etkileyebilir. Hem sosyal hem biyolojik olarak, şifa toplulukla birlikte olmaktan gelir. Yaşam yalıtılarak serpilmez.
Dünyayı ‘biz ve ötekiler’ diye görmek, hayatın ve sağlığın ancak topluluk içerisindeyken meydana geldiği gerçeğine karşı bizi kör eder. Bulaşıcı hastalıklardan örnek verelim; mesela kötücül patojenin ötesine bakıp da virüslerin mikrobiyomdaki rollerinin ne olduğunu göremeyiz (Şu bağlantıya da bakabilirsiniz). Vücut hangi koşullardayken zararlı virüslerin çoğalması mümkün oluyor? Kimi insanlar hafif belirtlilerle atlatırken neden bazıları şiddetli belirtiler gösteriyor (her şeyi kapsayıp hiçbir şeyi açıklamayan “direnci düşük” açıklamasını da bir kenara bırakalım)? Grip, nezle ve öldürücü olmayan diğer hastalıkların sağlığımızı korumaktaki olumlu rolleri ne?
Hastalık yapan mikropla savaşma yaklaşımı, tıpkı terörle savaşma, suçla savaşma, yabani otlarla savaşma gibi hem politik hem kişiler arası seviyede bitmek bilmeyen tüm savaşlarla benzer sonuçlar üretir. Öncelikle sonsuz bir savaş meydana getirir, sonra da dikkatimizi bu hastalık, terörist, suç, yabani otlar ve diğer şeylerin çıktığı zeminin koşullarını incelemekten alıp başka yerlere yönlendirir.
Politikacıların hiç bitmeyen, savaşları barış uğruna yaptıkları iddialarına rağmen, savaş kaçınılmaz olarak daha fazla savaş üretir. Ülkeleri teröristleri öldürme amacıyla bombalamak, terörizmin oluştuğu temel koşulları göz ardı etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu koşulları daha da alevlendiriyor. Suçluları kilit altında tutmak da suçu doğuran koşulları göz ardı etmekle kalmaz, aynı zamanda aileleri ve toplulukları parçalayıp, başka çıkış yolu olmayanları da suça teşvik ederek suçun oluştuğu koşulları yaratır. Antibiyotikler, aşılar, antiviraller ve diğer ilaç uygulamaları da, güçlü bağışıklığın temeli olan vücut ekolojisine zarar verir. Vücudumuzun da ötesinde, Zika virüsü, Deng Humması ve şimdi de Covid-19 sebebiyle yeniden tartışılan geniş ölçekli ilaçlama kampanyaları da doğanın ekolojisinde bahsi geçmeyen zararlar açacaktır. Bunları antiviral bileşiklerle beraber sıktığımızda bunun doğaya nasıl bir etkisini olacağını dikkate alan var mı? Böyle bir politika (Çin ve Hindistan’ın çeşitli yerlerinde uygulanıyor) sadece ayrılık zihniyetinin bir ürünüdür ve virüslerin de yaşam ağının bir bileşeni olduğunu hesaba katmaz.
Zemin koşulları ile ilgili noktayı anlamak için, İtalya’daki (Ulusal Sağlık Enstitüleri’nin yayınladığı) ve ölümle sonuçlanan yüzlerce Covid-19 vakasının analizinden çıkan ölüm istatistiklerine bir bakalım. Analiz edilenlerin %1’inden daha azının hiçbir ciddi kronik hastalığı yok. Ölenlerin %75 kadarı hipertansiyondan, %35’i diyabetten, %33’ü kardiyak isteminden (damar tıkanıklığı), %24’ü atrial fibrilasyondan (kalp ritim bozukluğu), %18’i böbrek yetmezliğinden ve İtalya raporundan alıp buraya yazmadığım daha birçok hastalıktan muzdariptiler. Ölenlerin neredeyse yarısı üç ya da daha fazla ciddi tanıya sahipti. Obezite, diyabet ve diğer kronik rahatsızlıklar ile kuşatılmış Amerikalılar en az İtalyanlar kadar savunmasız durumdalar. O halde (az sayıda sağlıklı insanı öldüren) virüsü mü suçlamalıyız, yoksa altta yatan kötü sağlık koşullarını mı suçlayalım? Burada da en başta verdiğim gergin halat analojisi geçerli. Modern dünyadaki milyonlarca insan istikrarsız bir sağlık durumunda ve eşiğin ötesine geçmelerine sebep olacak, normalde önemsiz bir şeyi beklemekteler. Elbette kısa vadede onların hayatlarını kurtarmak istiyoruz; tehlike, arkası kesilmeyen kısa vadelerin arasında kendimizi kaybediyor oluşumuz. Bir bulaşıcı hastalıktan diğerine, savaşıp duruyoruz ve insanları bu kadar savunmasız hale getiren zeminin koşullarıyla asla yüzleşmiyoruz. Bu çok daha zor bir problem, çünkü bu zemin koşulları savaşarak değişmeyecek. Diyabete, obeziteye, bağımlılıklara veya TSSB’ye (travma sonrası stres bozukluğuna) sebep olan bir patojen yok. Bunların nedeni bir Öteki değil, kendimizden ayrı bir virüs değil ve kurbanları olan bizler de değiliz.
Patojenik bir virüs yüzünden oluyor diye adını koyabildiğimiz Covid-19 gibi hastalıklarda bile, mesele virüsle kurban arasındaki bir savaştan daha karmaşık. Mikropları daha büyük bir sürecin parçası olarak ele alan ve mikroplar hastalık yapar algısına alternatif olan bir başka yaklaşım var. Mikroplar koşullar uygun olduğunda vücutta çoğalıyorlar, bazen konağın ölümüne sebep olabiliyorlar, öte yandan, olanak dahilindeyse başlangıçta onların yerleşmesine neden olan koşulları iyileştirebiliyorlar da. Mesela mukus akıntısıyla biriken toksik yığınını temizliyorlar ya da (metaforik olarak söylersem) ateşi yükselterek onları yakıyorlar. Zaman zaman bu yaklaşım “mıntıka (terrain) teorisi” olarak anılır ve mikropların hastalığın sebebi değil, belirtisi olduğunu söyler. Bir internet görselinde açıklandığı şekliyle “Balığınız hasta. Mikrop teorisi: Balığınızı izole edin. Mıntıka teorisi: Akvaryumunuzu temizleyin.”
Modern sağlık kültürümüz bir tür şizofreninin etkisi altında. Bir yanda alternatif ve bütüncül yaklaşımları kucaklayan bir sağlık hareketi gelişiyor. Bağışıklığı artırmak için şifalı otları, meditasyonu ve yogayı savunuyor. İnanç ve tutumlarımızın bizi hasta ya da sağlıklı kılabileceği gibi örneklerle sağlığın duygusal ve ruhani boyutlarını tasdik ediyor. Ama Covid tsunamisiyle birlikte toplum eski ortodoks ayarlarına dönmüş ve bütün bunlar yok olmuşa benziyor.
Tipik bir örnek: “Gereksiz” oldukları öne sürülerek Kaliforniya’daki akapunkturcular kapanmaya zorlandı. Geleneksel viroloji (virüs bilimi) algısıyla bakarsak bu kesinlikle anlaşılabilir bir durum. Ancak bir akapunkturcunun Facebook’ta yazdığı gibi “birlikte çalıştığımız ve sırt ağrıları için opioid (uyuşturucu kimyasal) kullanmaktan kurtulan hastam ne olacak? Şimdi onları yeniden kullanmaya başlamak zorunda.” Tıp otoritesinin dünya görüşünde, alternatif yaklaşımlar, sosyal etkileşim, yoga dersleri, takviyeler ve benzeri her şey gerçek virüslerin yaptığı gerçek hastalıklar konu olduğunda manasız kalır. Kriz karşısında varlığı yokluğu önemsenmeyen “wellness” kategorisine indirgenirler. Covid-19 etkisi altında ortodoksinin yeniden canlanışı öyle yoğun ki, damardan C vitamini verilmesi gibi geleneksel olmayan herhangi bir şey iki gün öncesine kadar ABD’de tamamen tartışma dışındaydı (Makaleler hala C vitamininin Covid-19 ile savaşmaya yardımcı olabileceği “efsanesinin” “maskesini düşürmeye” çalışıyor). CDC (Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezi)’nin mürver özü, tıbbi mantar kullanımı, şeker alımını kesme, NAC (N-acetyl L-cysteine), geven bitkisi (astragalus) ya da D vitamini kullanımı gibi yöntemlerin faydalarını kabul ettiğini de duymadım. Bunlar sadece “wellness” ile alakalı aşırı duygusal dayanaksız görüşler değil, kapsamlı araştırma ve fizyolojik açıklamalar ile desteklenmektedir. Örneğin, NAC’ın (çift kör ve plasebo kontrollü bir çalışma burada, genel bilgi şurada) grip benzeri hastalıklarda belirtilerin oran ve şiddetini radikal bir şekilde azalttığı gösterilmiştir.
Otoimmün hastalıklar, obezite ve diğerleri hakkında yukarıda verdiğim istatistikler şunu gösteriyor: Amerika ve genel olarak modern dünya bir sağlık krizi ile karşı karşıya. Peki cevap şu ana kadar yaptığımız şeyi daha etraflıca yapmaya devam etmek mi? Covid’e şu ana kadar verilmiş olan karşılık ortodoksinin ikiye katlanması ve genel kabul görmeyen uygulamalarla muhalif bakış açılarının bir kenara süpürülmesi oldu. Halbuki, bakış açımızı genişletip tüm sistemi, kimin para ödediğini, izinlerin nasıl alındığını, araştırmaların nasıl fonlandığını içerecek şekilde ve hatta şifalı bitki tıbbı, fonksiyonel tıp ve enerji tıbbı gibi marjinal görünen yaklaşımları da kapsayacak şekilde genişleyerek her şeyi mercek altına almak bir diğer cevap olurdu. Belki de bu fırsatı hastalık, sağlık ve bedene ilişkin hâkim teorileri yeniden değerlendirmek için kullanabiliriz. Evet, şimdi hastalanmış balıkları elimizden gelen en iyi şekilde koruyalım, ama daha sonra eğer akvaryumu temizleyebilirsek, bu kadar çok balığı izole etmek ve ilaçlamak zorunda kalmayabiliriz.
Size şu anda ne bir koşu gidip NAC ya da başka bir destekleyici almanızı, ne de toplum olarak tepkimizi aniden değiştirip, sosyal mesafeleri azaltmamızı ve bunun yerine gidip takviyeler almaya başlamanızı söylüyorum. Fakat normal yaşantıya ara verilmesini, kavşaktaki bu duraklamayı, bundan sonra ilerleyeceğimiz yolu seçmek için bilinçli bir şekilde kullanabiliriz: yani nasıl bir sağlık sistemi, nasıl bir sağlık paradigması ve nasıl bir topluma ilerleyeceğiz. Evrensel ücretsiz sağlık hakkı gibi konular ABD’de yeni bir ivmeyle gündeme geldiğine göre, yeniden değerlendirmenin başladığını söyleyebiliriz. Hatta bu yol bile çatallanmaya yol açacaktır. Ne tür sağlık hizmetleri evrensel kabul edilecek? Herkese yalnızca açık hale mi getirilecek yoksa herkese zorunlu mu olacak? Belki tüm vatandaşlara, bütün zorunlu aşıların ve sağlık kontrollerinin güncel olduğunu tasdik eden görünmez mürekkepten yapılma bir barkod dövmesi yapılır. Sonra okulunuza gider, uçağa binebilir ya da bir restorana yemeğe gidebilirsiniz. Bu, ilerleyeceğimiz mevcut gelecek senaryolarından birisi olabilir.
Şimdi bir başka olasılık da mümkün. Kontrol eğilimimizi ikiye katlamak yerine, ana akım yaklaşımın çözülmesini beklerken kenarda bekleyen bütüncül yaklaşım ve paradigmaları nihayet bağrımıza basabiliriz, böylece onları merkeze getirip alçakgönüllülük eşliğinde etraflarında yeni bir sistem inşa edebiliriz.
Taç Giyme Töreni
Uygarlığımızın uzun süredir peşinde olduğu ve biz ilerledikçe tıpkı ufukta görünen bir serap gibi giderek bizden uzaklaşan kusursuz kontrol cennet hayaline bir alternatif var. Evet, daha da büyük yalıtıma, izolasyona, hâkimiyete ve ayrılığa doğru giden eski rotamızda ilerlemeye devam edebiliriz. Giderek artan ayrılık ve kontrol seviyelerini normalleştirebilir, bizi güvende tutmak için gerekli olduklarına inanabilir ve birbirimize yakın olmaktan korktuğumuz bir dünyayı kabul edebiliriz. Ya da bu duraksamanın, normale verdiğimiz bu aranın avantajını kullanıp, birleşmeye, bütünlüğüne, kaybolan bağlantıları eski haline getirmeye, topluluğu onarmaya ve yaşam ağına yeniden katılmaya uzanan yola yönelebiliriz.
Diğerlerinden ayrı gibi davranıp kendimizi koruma önlemlerimizi iki katına mı çıkaracağız, yoksa hepimizin aynı gemide olduğu bir dünya davetine icabet mi edeceğiz? Bu soru sadece tıp dünyası için değil; politik, ekonomik ve kişisel yaşamlarımız için de aynı derecede geçerli. Mesela ürün stoklama vakalarını ele alın; “Herkese yetecek kadar yok, o halde bana yetecek kadarını almalıyım.” diyen düşünceden ortaya çıkıyor. Belki şöyle de karşılanabilir: “Birilerine mevcut malzemeler yetmeyecek, elimdekilerin bir kısmını onlarla paylaşabilirim.” Hayatta kalmaya mı çalışıyoruz, yoksa birbirimize yardım etmeye mi? Yaşamın amacı ne?
Şimdiye kadar aktivizm sınırlarına hapsolmuş olan soruları şimdi bir çok insan soruyor. Evsizler hakkında ne yapacağız? Hapishanedeki insanları ne yapacağız? Ya Üçüncü Dünya gecekondularındakiler? İşsizlik karşısında ne yapacağız? Peki ya evlerinden çalışamayacak olan otel hizmetçileri, Uber şoförleri, sıhhi tesisatçılar, kapıcılar, otobüs şoförleri ve kasiyerleri ne yapacağız? Nihayet öğrencilere borç affı ve asgari evrensel gelir gibi fikirlerin çiçeklendiğini görüyoruz. “Covid’den etkilenecek insanları nasıl koruruz?” sorusu “Genel anlamda savunmasız durumda olan insanların tamamını nasıl koruyabiliriz?” sorusunu sormanın önünü açtı.
Covid’in ciddiyeti, kökeni veya onu karşılamak için en iyi politikanın ne olacağı gibi konularda fikirlerimizin yüzeyselliğini dikkate almadan, bizde asıl heyecan uyandıran dürtünün bu olduğunu, yani birbirimize sahip çıkma konusunda ciddi bir şeyler yapmak olduğunu söyleyebiliriz. Her birimizin ne kadar kıymetli, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anımsayalım. Uygarlığımızın birikimini dibine kadar inceleyelim ve elimizdekiyle daha güzel bir uygarlık inşa edebilir miyiz buna bakalım.
Covid şefkatimizi uyandırdıkça giderek daha çoğumuz fark ediyoruz ki, feci şekilde şefkat yoksunluğu çeken geçmiş normalimize artık dönmek istemiyoruz. Şimdi elimizde daha merhametli bir normal yaratma şansımız var.
Bunun gerçekleştiğine dair ümit vadeden işaretler çok. Uzun zamandır kalpsiz kurumsal şirketlerin çıkarları tarafından esir alınmış görünen ABD hükümeti ailelere doğrudan para yardımı yapmak üzere milyarlarca dolar ayırdı. Donald Trump, ki konu merhamet olunca ne kadar erdemli olduğuyla tanımayız kendisini, haciz ve ev tahliyelerini önlemek için bir borç erteleme kararı aldı. Bu iki gelişmeye karşı küçümseyici bir tavır takınanlar olabilir, yine de bunlar hiç olmazsa savunmasız durumda olan insanların kollanması gerektiğini söyleyen ilkenin somut örnekleri.
Tüm dünyadan dayanışma ve iyileşme hikâyeleri duyuyoruz. Bir arkadaşım dara düşmüş 10 yabancıya 100’er dolar para gönderme fikrini uygulamaya geçti. Birkaç gün öncesine kadar Dunkin’ Donuts’ta çalışan oğlum, gelen müşterilerin normal zamanlara göre 5 kat daha fazla bahşiş bıraktığını söyledi. Ki buraya giden insanlar işçi sınıfından; çoğu İspanyol kökenli kamyon şoförleri, kendileri de ekonomik olarak savunmasız olan insanlar. Doktorlar, hemşireler ve diğer meslek gruplarındaki “olmazsa olmaz çalışanlar” hayatlarını topluma hizmet etmek uğruna riske atıyorlar. ServiceSpace’in izniyle, şurada nezaket ve sevgi gösterilerinden bir kuple daha sunuyorum:
Muhtemelen yeni bir hikâyeye geçişin ortasındayız. İnsanlara *umut* vermek için İtalyan hava kuvvetlerinin insanlara Pavoratti dinlettiğini, İspanyol akerlerinin kamu hizmetine çalışıp, sokaklarda gitar çaldığını hayal edin. Kurumsal şirketler beklenmedik ücret zammı yapıyor. Kanadalılar “Nezaket Tellalığı” adında bir hareket başlatıyor. Avusturalya’daki 6 yaşındaki bir çocuk, diş perisi parasını tüm içtenliğiyle Japonya’da 612 adet maske yapan 8. sınıf öğrencisine hediye ediyor ve her yerde liseli gençler yaşlılar için market alışverişlerini yürütüyor. Küba “beyaz önlüklü” ordusunu (doktorlarını) İtalya’ya yardıma gönderiyor. Bir ev sahibi, kiracılarının kira ödemeden kalmalarına izin veriyor, İrlandalı bir rahibin şiiri interneti kasıp kavuruyor, engelli aktivistler el dezenfektanı üretiyor. Sadece hayal edin. Bazen bir kriz, en derinlerimizde yer alan bir dürtüye, yani her zaman şefkatle hareket edebilmemize ayna tutuyor.
Rebecca Solnit’in A Paradise Built in Hell (Cehennem’de İnşa Edilen Cennet) isimli harikulade kitabında anlattığı gibi, felaketler genellikle dayanışmanın kapılarını açar. Daha güzel bir dünya yüzeyin hemen altında ışıldar ve onu su altında tutan sistem gevşediği anda birden gün yüzüne çıkar.
Uzun zamandır giderek hastalanan toplum karşısında kolektif olarak çaresizdik. İster sağlığını yitirme, altyapının çürümesi, depresyon, intihar, bağımlılıklar, ekolojik tahribat ya da ister servetin tek elde toplanması olsun; gelişmiş dünyada uygarlığın halsizlik belirtilerini görmek çok kolaydır, fakat bunu yaratan sistemin ve örüntülerin içine sıkışıp kalmış durumdaydık. Şimdi Covid bize bir sıfırlama hediye ediyor.
Önümüzdeki yol milyon çatala ayrılıyor. Covid bize şunu gösterdi ki, çoğu iş sanıldığı kadar elzem değilmiş, bu da milyonlarca insanın işlerinden özgürleşmesini getirirken, evrensel bir asgari ücret uygulaması ile ekonomik güvensizliğe son verebilir ve yaratıcılığımızda da parlak bir dönem başlatabiliriz. Ya da bu küçük işletmelerin sonu ve katı koşullarla dayatılan bir devlet ödeneğine bizi bağımlı kılmak demek de olabilir. Kriz, totaliterleşme ya da dayanışma, tıpta sıkıyönetim ya da bütüncül bir Rönesans hareketi, mikrop dünyasından mutlak bir korku ya da o dünyaya katılımımız konusunda dayanıklı ve esnek olmamız, kalıcı sosyal mesafelenme normları ya da yeniden bir araya gelme arzumuz arasında bize yerimizi gösterebilir.
Bize hem bireyler hem de toplum olarak, bunca çatallı bir yolda yürürken rehberlik edecek şey ne? Her kavşakta korkuyu mu yoksa sevgiyi mi, kendini savunmayı mı yoksa cömertliği mi takip ettiğimizin farkında olabiliriz. Korkuda yaşayıp bunun üzerine bir toplum mu inşa edelim? Ayrık olarak kendimizi koruyup sakındığımız bir hayat mı sürelim? Krizleri politik düşmanlarımıza karşı bir silah gibi mi kullanalım? Bunlar tümden korku mu yoksa sevgi mi diye soran ya hep ya hiç soruları değiller. Sadece sevgi adına atacağımız bir sonraki adım hemen önümüzde duruyor. Cüretkâr hissettiriyor, ama pervasız değil. Ölümü kabul ederken yaşama kıymet veriyor. Ve atılan her adımın, sonraki adımları da görünür kılacağı güvenine dayanıyor.
Lütfen korku yerine sevgiyi seçmenin yalnızca bir irade eylemi ile gerçekleştirilebileceğini ve bu korkunun da tıpkı virüs gibi yenileceğini düşünmeyin. Burada konu ettiğimiz virüs korkunun ta kendisi, ister Covid-19’a duyulan korku, ister ona verilecek totaliter uygulamalara duyulan korku olsun, bu virüsün de kendine has bir mıntıkası var. Korku da bağımlılıklar, depresyon ve fiziksel hastalıklarla beraber, bir ayrılık ve travma mıntıkasından beslenir. Bu mıntıka; kalıtsal travmalar, çocukluk travmaları, şiddet, savaş, taciz, ihmal, utanç, ceza, yoksulluk ve son olarak her şeyi metalaştıran para ekonomisinde yaşamaktan, modern eğitime katlanmaktan, topluluk destekleri ve aidiyet duygusundan yoksun yaşamaktan dolayı neredeyse herkesi etkileyen ve olağan kabul ettiğimiz travmalardan oluşmaktadır. Bu mıntıka, travma terapileri ile kişisel bir seviyede, daha merhametli bir toplum olmaya doğru sistemsel değişimlerle ve ayrılık hikayesinin basit anlatısını (yani diğerlerinden oluşan bir dünyada ayrı bir varlık olduğumuz, benim senden ayrı olduğum, insanlığın doğadan ayrı olduğu anlatısını) dönüştürerek iyileştirilebilir. Yalnız kalmak ilkel bir korkudur ve modern toplum bizleri giderek daha da yalnızlaştırıyor. Fakat yeniden birleşme vakti geldi.
Her cömertlik, cesaret, nezaket ya da şefkat barındıran eylem bizi ayrılık hikâyesinden iyileştirmeye yarar. Çünkü bu eylemler hem eylemi gerçekleştireni hem de buna tanık olan kişiyi, bu gemide birlikte olduğumuz konusunda temin eder.
İnsanlarla virüsler arasındaki ilişkinin bir başka boyutundan daha bahsederek bu yazıyı bitireceğim. Virüsler sadece insanların değil tüm ökaryotların (hücrelerinde çekirdek olan tüm canlıların) evriminin bir parçasıdır. Virüsler organizmadan organizmaya DNA transferi yapabilirler ve bazen bu kalıtsal hale gelebilir. Yatay gen transferi olarak adlandırılan bu olgu, rastgele mutasyonların yapabileceğinden çok daha hızlı bir şekilde yaşamın topluca evrimleşmesini sağlar ve evrimin birincil mekanizmalarındandır. Lynn Margulis’in bir zamanlar dediği gibi, bizler birbirimizin virüsleriyiz.
Ve şimdi de spekülatif bir alana gireyim. Belki de uygarlığın büyük hastalıkları biyolojik ve kültürel evrimimizi hızlandırıp, bizlere temel genetik bilgiler bahşetmiş ve hem bireysel hem de kolektif anlamda inisiyasyonumuzu sağlamış olabilir. Yaşadığımız salgın böyle bir şey olabilir mi? Sıra dışı RNA kodları insandan insana geçiyor, bizi yeni genetik bilgilerle dolduruyor; aynı zamanda tıpkı bir hastalığın beden fizyolojisini bozduğu şekilde, biyolojik kodlarımıza karışıp eski anlatılarımızı ve sistemlerimizi bozacak olan ezoterik kodlara maruz kalıyor olabiliriz. Bu yaklaşım inisiyasyon aşamalarıyla da benzerlik gösterir: önce normallikten ayrılma, ardından bir ikilem, bozulma ya da çile evresi, sonra (eğer tamamına erecekse) yeniden tamamlanma ve kutlama.
Şimdi şu soru gelebilir: Neye inisiye oluyoruz? Bir inisiyasyonun kendine özgü doğası ve amacı nedir? Salgın için kullandığımız isim, Koronavirüs, bize ipucunu veriyor. Korona, taç demektir. “Novel coronavirus pandemic” de “herkes için yeni bir taç giyme töreni” anlamına gelir.
Şimdiden nasıl bir güce kavuşacağımızı hissedebiliriz. Gerçek bir egemen hayattan ya da ölümden korkmaz. Gerçek bir egemen fethetmez ya da hükmetmez (Bunlar gölge arketip olan Tiran’ın işidir). Gerçek bir egemen insanlara hizmet eder, yaşama hizmet eder, tüm insanların egemenliklerine saygılıdır. Taç giymek, bilinç dışında olanın bilince çıkmasını, kaosun yerini düzene bırakmasını, seçim yapmanın dürtüsellik karşısında üstünlüğünü işaret eder. Daha önce bizi yönetenlerin yöneticisi haline geliriz. Komplo teorisyenlerinin korktuğu Yeni Dünya Düzeni, egemen insanı bekleyen muhteşem olasılıkların yalnızca bir gölgesidir. Korkunun tebaasından kurtulunca, krallığa bir düzen getirip, ayrılık dünyasının çatlaklarından sızmaya başlayan sevgi üzerine kurulu istekli bir toplum inşa etmeye başlayabiliriz.
Kraliçe Viktoria'nın Taç Giyme Töreni, Sir George Hayter, 1838 |