17 Mayıs 2020 Pazar

"Yaşam Çözülecek Bir Sorun Değil Yaşanacak Bir Deneyimdir"

(Tutup da bir kitabın son sayfalarını paylaşmak, nasıl desem, çok iyi bir paylaşma yaklaşımı olmasa gerek. Aşağıda alıntıladığım kısım James Hollis'in Ruhun Kaygan Kumları kitabından, bir kaç paragrafı çıkararak paylaşıyorum... Daha önce 'kendimi iyileştirme' sürecime ilişkin yazıda bu kitaptan bahsetmiştim. Bunu paylaşıyorum, çünkü hem ihtiyacı olan birilerine dokunabilir, hem de kendime hatırlatma olsun istiyorum. Dönüp dönüp bakacağım...)



"Hepimiz imkansız iki hayale tutunuruz; ölümsüzlük ve Büyülü Diğeri. Bir tür ölüm farkındalığı, zihni hep işgal etse de, ölümün bu kitapta tartışılan kaygan kum durumlarından olmadığına dikkatinizi çekerim. Ego güvenlik, denge ve kontrol arayışında olduğundan ölüm onun için en büyük tehdit, en azılı düşmandır. Belki de ölüm egonun küçük takıntılarından bir kurtuluş, bir aşkınlıktır. Eğer Hindular haklı ise, insan ruhun nihai özgürleşmesine kadar tekrar tekrar doğacak. Eğer Budistler haklı ise, hayat kötü bir rüya, bir yanılsama, egonun bir sanrısı. İnsan egonun emperyalizmini aşabilirse, o zaman acısını çektiğimiz yanlış yaşam-ölüm bölünmesini de aşabilir. Eğer Hristiyanlar haklı ise, ölümden sonra hayat var. Eğer Yahudiler haklı ise, bizler torunlarımız vasıtasıyla hayata dönüyoruz. Kişinin inancı her ne olursa olsun, kişisel ölümlülükle karşılaşma hayata derinlik veren bir nirengi noktası; kim olduğumuz ve ne yaptığımıza ilişkin bir ruh derinliği sağlar. 

Kesinlikle söylenebilecek tek şey, içimizde en gelişmiş şekliyle vücut bulma peşinde bir gizin aktığı ve içimizdeki bu gize ne zaman hizmet etsek dışarıdaki giz ile bir bağlantı deneyimlediğimiz. Bu giz ile bilinçli bir ilişki içinde olduğumuzda, daha derinden canlanırız. Ego zaman zaman varoluşsal endişe sellerine kapılsa da, egonun ruhun ufacık bir parçası olduğunu biliyoruz. Hükümran ego ruhun geri kalanı ile gönüllü bir ortaklığa boyun eğdiğinde, birey büyük giz karşısında daha rahat olacaktır.

Ölümsüzlük iddiasında olsa, ego ne kadar da dayanılmaz olurdu. Ama Shakespeare'in dediği gibi, "Altın kızlar ve erkekler de bir gün / Toz olacak tıpkı baca temizleyiciler gibi". O halde ölüm, endişemiz olmakla birlikte kaygan kumlardan değil. Ölüm, mütevazı bilgeliği olası kılandır.

Büyülü Diğeri hayali, bir yerlerde birisinin bizi kurtaracağı umudu, hayatımızı yoluna koyacağı, bizi bu yolculuktan uzak tutacağı fantezisi de her zaman her yerdedir. The Bridges of Madison Country romanının ve filminin gördüğü ilgi, bu tehlikeli umudun bir ifadesi; bir gün arka bahçemizde bir yabancı belirecek, bizimle çılgınca sevişecek ve böylelikle ruhumuzla hasret kaldığımız bağlantıyı kurmuş olacağız.

Böyle bir fanteziye uzun süre kapılmak, çocuksu düşünceye kilitli kalmanın garantisi olacaktır. Çocuğun ebeveyne bağımlılığından miras kalmıştır bu; doğal olarak gelecekteki tüm ilişkilerinin gizli modeli haline gelir. Böylelikle güçlü ebeveyn paradigmasını Diğerine aktarırız. Her şeyden öte, bu hayal, erken dönem gündeminin bu aktarımı, ilişkiyi baltalar. Komplekslerimiz bu taze ve umut vaat eden ilişkiyi zehirlemekle kalmaz, bu büyük gizli gündemin gereğini yerine getirmediği, erişilmez beklentilerimizi karşılamadığı için diğeri karşısında öfke ve düş kırıklığı da duyarız. 

Sonunda Büyülü Diğeri diye birini bulsak bile, benliğimizin bütünlenmesine engel olacağı için, bize en büyük tehdidi o oluşturacaktır. Daha dün bilge bir danışanım bana "umuda bağımlı" olmaktan vazgeçmeyi öğrendiğini söyledi. Anlamlı bir ilişki bulmayı istemekle birlikte, Büyülü Diğeri hayalini bırakma gücünü kazanmıştı. Onun bırakışı, T. S. Eliot'un, "Umut olmaksızın bekle / Çünkü umut yanlış bir şey ummaktır" derken kastettiği idi. 

Ölümsüzlük fantezisi de Büyülü Diğeri hayali de şimdi-burada ile, bu hayatla bağlantımıza engel olurlar. Eğer tanrılar bize orta yaş ve ötesine ulaşmayı bahşetmişse, hatırı sayılır acılar görüp geçirmiş olacağımız kadar, kendimizi sorgulayıp yenileme gücünden nasibimizi almış olacağımız da kesindir. Bu kendini yenileme sadece Parnassus, Atina veya Kudüs ya da Zürih'e değil, bize en çok şey öğretecek olan kaygan kumlara da ziyareti gerektirecektir. Orta yaş ve ötesini görmüşsek, bilgeliği deneyimleme şansına sahibiz demektir. Böylesi bir bilgelik, egonun yeğleyeceği gibi her şeyin ustası olma bilgeliği değildir; ancak egonun düşleyemeyeceği kadar zengin bir bilgeliktir. "Kapısı sıkışık, yolu dardır hayata giden yolun." (Mata İncili, 7:14)

Her birimize sunulan bir yolculuk vardır. Her birimiz bireyselleşme şartının en iyi bir şekilde ifadesinden sorumluyuz. Bu işi her durumda bilinçle, günbegün yapmamız gerekmekteyse de, bir terapist eşliğinde kolaylaştırmayı da seçebiliriz. Terapist de bu ilişkiye yaralı gelir ama onun yaraları üzerinde çalışmış olduğunu ve bize bilgece eşlik edeceğini beklemeye hakkımız vardır. Kaygan kumlarda yolunu açma çabası iki taraf için de alçakgönüllü ve değerli bir deneyim olabilir. Jung şöyle yazar:

"Psikoterapinin temel amacı, danışanı mümkün olmayan bir mutluluk durumuna taşımak değil, acı karşısında sebat ve felsefi bir sabır elde etmesine yardımcı olmaktır. Yaşam, tamamlanması ve doyum vermesi için, sevinç ve keder arasında bir denge gerektirir. Ama acının tartışmasız nahoşluğu nedeniyle, insanlar insanlığın payına ne kadar korku ve keder düştüğünü düşünmemeyi yeğlerler elbette. Bu nedenle de, yeterince acı çekilmedikçe mutluluğun kendi başına zehirli olduğunu unutarak ilerlemeden ve olası en büyük mutluluktan avutucu bir biçimde söz ederler. Bir nevrozun ardında çoğu zaman danışanın katlanmaya razı olmadığı tüm doğal ve gerekli ıstıraplar gizlidir:"

Aynı ıstırabımızda, ortak bir yolculukta birleşiriz. Yolculuk bizimdir. Hatırlatır Jung:

"Kişiliğin kazanılması... yaşamın yüzünde patlayan yüksek cesaret eylemi, bireyi oluşturan her şeyin mutlak olumlanması, olabilecek en büyük kendi kaderini belirleme özgürlüğü ile birleşmiş evrensel varoluş koşullarının en başarılı uyarlamasıdır."

"Her birey, sürekli değişen ruh halleri içinde yeni bir yaşam deneyi ve yeni bir çözüm denemesi veya yeni bir uyumdur." da der Jung. Kaygan kumlardaki çalışmamız, yaşam gücünü ileriye götüren yeni uyumu yaratan şeydir.

Jung, her nevrozun "gücenmiş bir tanrı" olduğunu belirtir. Bununla söylemek istediği, arketipik bir ilkenin ihlal edildiğidir. Her kaygan kum halinde saklı görevi üstlenerek, ilahi olanı geri getirmeyi olası kılarız. Neden "ilahi" diyorum? Çünkü ruhun edimlerinin doğasında dinsellik vardır. Bağlantı, anlam ve aşkınlık peşindedir. Bu ilahi ilkeleri, dağların tepelerinde, katedrallerde değil, daha çok kaygan kumlarda keşfedebileceğimiz ise paradoksların en derinidir.

Tüm aşkın gizemiyle birlikte yaşam bir yandan da bulanık bir şey, bir lekedir. Onu hiçbir zaman bütünüyle berrak göremeyiz Asla tam yoluna koyamayız onu; asla tümüyle düzeltemeyiz, asla bitiremeyiz.

...

Yani, her şeyi hiçbir zaman bütünüyle yoluna koyamayız. Bulanık ve lekeli, aşırı hızlı, aşırı karmaşık, aşırı belirsizdir yaşam. Berraklık, amaç ve zafer yalnızca arada bir ortaya çıkar. Tıpkı şeytani olan gibi tanrısal olan da içimizde aksa da tanrı değiliz kuşkusuz. Hayatta kalabilmemiz, huzur anları yaşamamız, başkalarına incelik göstermemiz, hatta bazen kendimize bir parça hayrımızın dokunması bile mucize.

...

Son tahlilde sorunlarımızı çözmeyiz, çünkü yaşam çözülecek bir sorun değil yaşanacak bir deneyimdir. Daha derin, daha da derin anlama doğru ıstıraplardan geçmiş olmak yeter. Böylesi bir anlam zenginleştirir ve kendi kendinin ödülüdür. Ruhun kaygan kumlarından kaçınmayız ama onlara bize sunabilecekleri şeyler için değer vermeye başlayabiliriz.

Hareketsiz dururken, yine de bir yandan
Başka bir yoğunluğa
Daha ileri bir birleşmeye, daha derin paylaşmaya doğru
Karanlık soğuk ve boş ıssızlıktan geçip
Hareketimizi sürdürmeliyiz.

(T.S Eliot, The Four Quartets, p.129)"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder