(Bir zamanlar sık sık otostop ile seyahat ederdim ve o zamanlar beni yazmaya sevk eden bir şeyler yaşayınca bunları hemen yazar, sosyal medyada paylaşırdım. Otostopta insanlarla kurduğunuz iletişim çok zengindir, küçücük detaylardan anlatacak bir sürü şey çıkabilir. Bir kısmını buraya derledim. Olayların gerçekleştiği tarihler geniş bir aralığı kapsıyor. Kabaca 2014-2018 arası diyebiliriz.)
Otostop günlükleri no: 23
Ankara'dan İzmir'e dönüyorum tek başıma. Bu rota, Ankara'dan çıkarken bindiğiniz ilk araç eğer Polatlı'ya gidiyorsa ciddi absürtlükler içerecektir -istisnasız, her seferinde. Çünkü bu yolun kuralı-kanunu budur. Otostop Tanrıları ya da Ganesha gelse, onlar bile değiştiremez.
Bu arada hikâyede birazdan karşımıza çıkacak işgüzar jandarmayı anlayabilmek için tarih de belirtmeliyim: Geçtiğimiz [2015] yaz başlarındayız. Yani henüz kalkışma, ohal falan olmamış, ama Ankara'da üçüncü patlama sonrası. Gerginlik malum.
Kaç araç değiştirdim hatırlamıyorum. Fakat bu hikâyenin tuhaflığına yavaşça yaklaşırken bindiğim son araçta tarım ilaçları satan bir adam vardı ve beni bu dünyada varlığını ilk defa duyduğum -ve mümkünse tekrar görmek istemediğim- bir yerde bıraktı: Afyon'un Bayat adındaki, küçük bir kasabaya ya da büyük bir köye benzeyen, dolaysıyla bir ilçe diyemeyeceğim ilçesi.
Pis bir yerde indirdi beni, karşımdaki orta ölçekli fabrikaları, gri duman kusan bacaları net hatırlıyorum. Güzel bir koku da yaymıyorlardı. Onlardan uzaklaşmak için yoldan aşağı yürüdüm. Bulunduğum yere rağmen güzel bir gündü bu. Parçalı bulutlu, bahar arkası, güneşin ısıttığı ama yakmadığı bir gün.
Sağ tarafımda bir çoban, yaşlıca bir adam, otuz kadar hayvanın olduğu sürüsüyle köy evlerinin arasında kalan bir çayırdan beni izliyordu (Koyunlardan daha ilginç olduğum kesin). Manzara pek güzeldi, eğer güzel bir açı bulursam bu manzaranın bir fotoğrafını çekmeliyim, dedim. Fakat ışığı kısmen tersten aldığı için dolanıp arka tarafına gitmeye karar verdim, böylece yoldan içeri, köy evlerine ve çayırlığa daldım. Çobana uzaktan elimle selam verdim, mesajım açık: "merhaba dünyalı ben dostum". Havlayan köpekleri geçtim. Ve az daha yürüyünce aşağıda fotoğrafını gördüğünüz otobüsle karşılaştım.
Tahmin edersiniz ki bu aklıma Supertramp ve 142 numaralı sihirli Fairbanks otobüsünü getirdi. Şimdi fotoğraf çekmek için çok daha ilginç bir nesne bulmuştum işte. Fotoğrafta pek belli olmayan, otobüsün sol alt tarafında zincirlenmiş bir köpek olduğu için yaklaşamadım ve içine giremedim. Etrafında bir tur döndüm. Tam fotoğrafı çekecektim ki, öte yandan gelen bir jandarma aracı, adeta aradıkları teröristi bulmuşçasına, yaklaşıp durdu. Askerler ellerinde MP-5 makineli tabancalarıyla indi. Komutan, sesini gürleştirmeye çalışarak bağırmaya başladı: "Kimmişim ben? Neyin fotoğrafını çekiyormuşum?"
Henüz bilmediğim şey şu; aşağıdaki fotoğrafta sırtımı döndüğüm yerde bir Jandarma karakolu varmış.
|
Hayallerimdeki Fairbanks 142 ile Bayat'ta karşılaştım. |
Çektiğim fotoğrafları görmek istedi. "Makinem analog." dedim. Tabii ki anlamadı. Bu çağda kim analog makine kullanır ki? Kapağı açıp filmleri yakacak diye ödüm kopuyordu. İstediği makul açıklamaları da yapamadığım için ("otostopla Ankara'dan geliyorum, son araç burada bıraktı, otobüsün fotoğrafını çekmek için geldim ve analog makinam var") savcıyı arayıp suç duyurusunda bulunmakla tehdit etti. Şüpheli görünmek dışında hangi suçu işlediğimi anlamıyordum. Arabaya bindi(rildi)m ve karakola yollandık. İçinde bir iki masa ve sandalye dışında bir şey olmayan, sadece bembeyaz, boş ve rutubetten yer yer çatlamış duvarlar. Bir zamanlar neredeyse jandarma olacağım günleri anımsıyorum ve her şey, tüm hayatım ve varoluş bir an için absürt geliyor. Bir sandalyeye otur(tul)uyorum. Araç komutanı olan astsubay -aynı zamanda da karakol komutanı- savcıyı arıyor, odadan çıkıyor. Kalan asker neden karakolun fotoğrafını çektiğimi soruyor. "Çekmedim ki" diyorum, ama boşa konuşuyoruz. Kanıtlayamam bunu. Kafka'nın Dava'sı gibiyiz ve kendi içimde bayağı eğleniyorum. Tabii çaktırmamaya çalışıyorum eğlendiğimi.
Bir süre sonra komutan odaya dönüp açıklama yapıyor. Savcı belli ki umursamadı bu durumu ve işgüzar karakol komutanı da Bayat'ı büyük bir felaketten kurtarmanın zevkini tadamadı. Beni salacaklarını anlayınca üstünlüğü bir an için ele geçirmenin verdiği keyifle "Allah aşkına teröriste benzer bi tarafım var mı?" diyorum. "Nolur nolmaz" diyor komutan. Haklı tabii.
- Şimdi gidip otobüsün fotoğrafını çekeceğim müsaadenizle.
- Fazla oyalanma.
Sırıtarak karakoldan çıkıyorum. Güzel güneşli bir gün. İnsanı ısıtıyor, ama yakmıyor...
...
Otostop günlükleri no: 42
Uşak'tan İzmir'e gitmeye çalışıyorum, Soma'ya giden Van'lı müteahhit abi Salihli'nin girişinde -otostop açısından korkunç bir yerde- bırakmış. Klimalı arabadan cehennem sıcağına inmişim, saat 12'yi geçiyor, güneş yükseliyor ve batıya doğru ilerledikçe nem artıyor. Tahminim 40 derecenin üzerinde hava. Etrafta hiç gölge bulunmadığı yetmiyor gibi, otobanın kenarından yürüyorum; duble sıcak. Tar-tar-tar bir ses geliyor, saatte 25 km. hızla giden bir traktör, kasası yok; pulluk takılı. Hasır şapkanın altında gülümseyen abi, bir şeyler diyor, gürültüden anlamıyorum. Yaklaşıyorum, "bin hadi, çık şuraya" diyor. Oturacak yer yok, ilk kez traktöre otostoplamışım, sıcaktan sersemlemiş ve boş bakıyorum. Sonra koca teker üzerine çıkıyorum, sırtımda 15 kilo çanta, dengeyi tutturdum. Başlıyor yine: tar-tar-tar. Salihli'nin içine bırakacak ya beni, bir de böyle traktöre binmemişim hiç, mutluyum. Abinin yüzü gülüyor, neşeli bir adam. Bağından dönüyormuş. Bu sıcakta nasıl da çalışıyor diye düşünüp dertleniyorum; "Allah sana kolaylık versin" diye bağırıyorum, sesim tar-tarlara karışıyor. Bir süre sessizlik oluyor, sonra soruyorum -bu soru 'tuhaf' sessizlikleri kırmak için gizli silahım: "çocuk var mı ağbi?" Kırkküsur derece sıcakta bağdan dönen neşeli adam daha da neşeleniyor, "iki oğlan var, biri 8 öbürü 12 yaşında" Gözlerinin içi öyle güzel gülüyor ki adamın, ben de neşeleniyorum. Adeta mutluluk-bulaştırıcısı. Yan taraftaki kasadan üzüm uzatıyor, bir salkımda sıcacık mor üzümler, tek elimle kuş gibi yiyorum. Emeğine sağlık be abi. Cüzdanını açıyor, para verecek sanıyorum, bir bilet çıkarıyor, "Al bununla Manisa'ya gider ordan devam edersin" diyor. Yolumun üzeri değil diye reddetmek istiyorum, mırıldanıyorum bir şeyler ama adam öyle güzel gülüyor ki, fikrim değişiyor "varsın uzasın yolum" diyorum içimden, alıyorum bileti. Biraz sonra yol ayrımına geliyoruz ve bu otostop da bitiyor, iniyorum traktörden. Elimi uzatıyorum ve güçlü elini sıkarken adını soruyorum,"Rıfat" diyor. "Kendine iyi bak Rıfat ağbi."
Sırtım sırılsıklam, pantolon bacaklarıma yapışıyor nemden. Eve varınca gireceğim buz gibi duşu hayal ediyorum. Bir açıdan bakınca tam bir rezillik bu yolculuk, hatta ahmaklık bu öğle sıcağında; ama benim gördüklerimi görebilirseniz, işte o zaman, hepsine değiyor: Yaşıyorum ben.
...
Salihli-Manisa otobüsünden sevgiler :)
Otostop günlükleri no: 56
Ülkede OHAL ilân edilmiş, ortalık karışık (Diego bi dur allahını seversen demeyip) Eskişehir'e gitmeye karar verdik, Elçin ile. Öncesinde facebook'taki otostop grubunu kontrol ettim, acaba sıkıntı var mı, acaba hâlâ her şey 'normal' mi yollarda. Eskisi kadar otostop yapan yok, ama yapan da gidiyor gibi. Terredütlerime rağmen, eve kapanmaktan da o kadar sıkıldım ki, ne olacağı varsa görelim diye düşündüm ve çıktık yola -belki de tuhaf ve gereksiz bir cesaret.
İzmir'in Ankara çıkışı zordur, otostop yapanlar iyi bilir. Bitmek bilmeyen organize sanayiden kurtulmanız gerekir. 20 dakika kadar bekledik belki, kollarımız yoruldu. Umutsuzluk alametleri başladığından mıdır, Elçinle konuşuyoruz kendi aramızda; "E normal tabi durmamaları", "Ülkenin hali", "Kimse durmazsa ne yapsak?" diye devam ediyor muhabbet. Sonra bir doblo durdu ve bizi oldukça yakın bir yere ama organize sanayinin bitişine yakın, Sütçülere bıraktı. Bu hikâyeyi bizim açımızdan ilginç kılan abi de, bizi işte buradan aldı.
Arkası kapalı gri bir kamyonet. Sıcak. Adını sonradan öğrendiğimiz Fesih abi, "Normalde sizi almam yasak" diyor, böylece aracın şirket aracı olduğunu öğreniyoruz. Baz istasyonlarında çalışıyormuş. Hakkında hiç bir fikrim olmasa da, bu esmer adamı tanımlamak için dürüst ya da mert derdim herhalde. Öyle mi bilmiyorum, ama öyle hissettiriyor. "Neden otostop yapıyorsunuz?" Her zamanki cevabımı veriyorum: "Çünkü yola ayıracak param yok ve yollarda insanlarla tanışıyorum." Bir süre sessiz gidiyoruz. Sonra hiç tatili olmadığından bahsediyor. Sürekli yollarda olmaktan da şikayet ediyor biraz. Eşi ve çocuklarına çalıştığını söylüyor. Üç çocuğu varmış.
Bizi Turgutlu'da bırakacak. "Otogarda bırakayım, para vereyim de otobüse binin" diyor. İtiraz edip etmemek konusunda kararsızım. Bir yandan insanların armağanlarını geri çevirmemeyi öğrenmeye çalışıyorum, öte yandan da içimdeki konforu isteyen yanımı fark edip kendime saldırıyorum. "Hak?" Sahi, "Alma" diyen ses kimin sesi? Fesih abi otogara gelince duruyor ve yol paramızın iki katı bir meblağ çıkarıp uzatıyor. Kararsızlığım sürerken Elçin, gözleri dolu, alamam diyor. Fesih abi hafif ısrarla o kadar güzel ve keyifle almamızı söylüyor ki, "hediye ediyorum yahu, çok var bende, harcayamıyorum zaten" diyor. İtiraz edebilecek bir konumda değilim artık. Karşımda 'gerçek' bir armağan var, bunu sözcüklerde değil gözlerinde görüyorum adamın, içim rahat alıyorum parayı.
Şimdi otobüse bindik, ve artan parayı ne yapacağımızı düşünüyoruz. Ve bize akanın sadece para değil, güzel bir enerji olduğunun bilinciyle, bunu başka güzel işlere aktarmaya karar veriyoruz.
...
Otostop günlükleri no: 61
Filiz ile Dergâh'tan çıkıyoruz, yapacağımız yeni etkinliklere yer aramak için bize tavsiye edilen Alişler Yurdu'na gidiyoruz. Bu coğrafyada hiç aklıma gelmeyecek -sanki- gizli bir yere (Yalova'dan Marmara'ya uzanan burun üzerinde) kurulmuş, sakince bir inziva yeri. Geç vardığımız için orada kalıyoruz. Otostop macaremız da ertesi güne kalıyor.
Türkiye'de bir kadınla otostop yapmak hızınızı on ile yüz kat kadar artırabiliyor -ülkenin üzücü otostop gerçeği bu. Fakat bu sefer karşılaştığımız insanlar öyle düzgün ve güzeldi ki, böyle bir şansa bağlamayacağım bunu.
İlk sessiz aracımız (boyacılık yapan ve malzeme almaya giden iki adam) yol üzerindeki bir şelaleyi anlatıp bizi Gemlik'e bıraktıktan sonra, eski beyaz bir minibüs duruyor önümüzde. Eskiliğine karşın (ve oldukça absürt bir şekilde) arka tarafın otomatik kapısı yavaşça ve tuhaf sesler çıkartarak açılıyor. Ön tarafta orta yaşlı, komik görünümlü -ve konuşması görüntüsünden daha da komik olan- şoför, yanında birinin üzeri çıplak iki ergen genç. Çıplak olanın kafasında bir de kırmızı şapka var. Arabanın arkası öyle dağınık ki; su dolu kocaman bir damacana, hâlâ havayla dolu bir şişme yatak, üzerinde bir sürü boş 'ice tea' şişesi, havlular, kıyafetler... Arka tarafın tüm pencerelerinde lacivert perdeler. Nereye gidiyorsunuz diye soruyorum, şoför Süleyman ağabey komik bir aksan ile "Geziyoz, atlayın!" diyor. Boş bakışlarıma karşı ekliyor "Siz de gezmiyonuz mu?" Islak havluları iteleyip arka koltuğa 'ilişiyoruz'. Sanki Coen kardeşlerin bu ülkede çektiği bir filmin sahnesi gibi her şey... Otomatik kapı komik sesler çıkartarak yavaş yavaş kapanıyor.
Sorunca anlatıyor Süleyman ağabey. Yanındaki iki Yunus ile (biri oğlu, biri kiracısının oğlu imiş) Kütahya'ya Ilıcalara tatile gidiyorlar. Israrla bizi de götürmek istiyor: Israrla ve kibarca reddediyoruz. O bir şeyler anlatırken ergen Yunus'lar kendi hallerinde telefonlarıyla oyalanıyorlar. Hatta bir ara 'selfi' çekerek bayağı eğleniyorlar. Bir süre sonra Kınık'a geliyoruz ve ana yoldan çıkıyoruz. Şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz Filiz'le. Sonra anlıyoruz ne olduğunu. Meğer maden suyu dolum tesisine giriyormuşuz. Arabadan inip bir çeşmeye yaklaşıyorum ve ilk defa bir çeşmenin musluğunu çevirince maden suyu aktığını görüyorum.
Görüntüsü itibariyle bana bir kara mizahı hatırlatan bu yolculuk, bir süre sonra teypten Ankara havalarının çalmasıyla daha da absürtleşiyor. Meğer Süleyman ağabey Polatlı'lıymış. Yolculuğu benim için çekilmez kılan Ankara havaları -sanki saatler sürmüş gibi hissettiğim- bir süre sonra bitiyor. Fakat bu yolculuk henüz absürtleşme kotasını doldurmuyor. Bozüyük'e gelince arabaya bir şey oluyor, kenara çekiyoruz. Kaporta açılıyor, telefonlar ediliyor. Üstü çıplak olan Yunus'a ne olduğunu soruyorum, "Araba susamış ağabey" diyor. Su dola koca damacanayı kaportada bir yerlere döküyorlar. Arabanın susuzluğu dinmiş olacak ki, bir süre daha gidebiliyoruz.
Filiz bugün çok şanslı. Ya da şanstan da öte bu, ne dese oluyor. "Daha konforlu bir arabaya binelim" diyor, ve daha dakika geçmeden nefis bir araba duruyor.
Bu arabada duyduğum bir hikâye öyle derinden etkiliyor ki beni, bunu da başka bir güne bırakayım...
Otostop günlükleri no: 62
Tam olarak ne iş yaptığını anlamadığım B. ağabey, işi için İstanbul'dan Konya'ya gidiyor. Sorumluluğunda olan kocaman siteler var. Herhalde küçük bir Ali Ağaoğlu diye düşünüyorum. Arabasına biner binmez, "sizi aldım, çünkü benim oğlan da otostop çekiyor" diye açıklıyor. "Benim oğlan" derken sesindeki gururu hissediyorum. Kısa bir süre sonra (telefonundan Konya rotasına bakarken) bizi bir kaç kilometre ileride indirmesi gerektiğini fark edip -gerçekten- üzülüyor. Yol ayrımına gelince durup bir süre başka rotaları araştırıyor. Bizi indirebileceğini ve başka araç bulacağımızı söylememe rağmen beni dinlemiyor ve yolunu bir kaç yüz kilometre uzatmak pahasına Ankara'ya kadar bırakmaya karar veriyor. "Benim oğluma böyle yapmalarını istemem, o zaman ben de yapmam" diyor.
B. ağabey, otostop yapmayı neden sevdiğimi tekrar gösteriyor bana. Çünkü dolu dolu bir hikâyesi var. Ve biz henüz bunu bilmiyoruz...
Yol sanki altımızda kayıyor. Araba konforlu; süratli gittiğimizi fark etmiyoruz bile. Bir ara arabanın arkasındaki poşetteki elmaları hatırlıyor. Alıyoruz birer tane. Yol kenarındaki tezgahlardan almış; sulu, sert, lezzetli elmalar. Kamp organizasyonları yaptığımızı söyleyince otostop (ve belli ki kamp da) yapan oğlunu bizimle tanıştırmak istiyor ve telefon ediyor. Aracın hoparlörlerine verdiği ses sayesinde D. ile konuşuyoruz, tanışıyoruz ve facebook'tan ekleşiyoruz.
Keyifli sohbet ara ara sessizliklerle devam ediyor. Çoğunlukla B. ağabey anlatıyor, biz dinliyoruz. Nadir rastlanan hastalığından (Küme ağrısı denilen korkunç bir baş ağrısı) bahsediyor. Dünyada var olan -bildiğim- acılara bir yenisi ekleniyor. Kendince ağrıyı azaltmanın yollarını bulmuş, başkalarına da anlatabilmek için yaptığı girişimleri anlatıyor; şefkat duyuyorum.
Bir ara Dergâh'tan geldiğimizi, sema ve müzik etkinliğini anlatıyoruz. "Sema deyince aklıma Madımak gelir" diyor ve beni çok etkileyen hikâyesini anlatıyor bize: Hasret Gültekin'in arkadaşı olduğunu ve Madımak olayları sırasında Sivas'ta askerlik yaptığını, olaylara müdahale edilmesi için giden askerlerden birisi olduğunu söylüyor. Öncesinde etkinliklerin ve Aziz Nesin'in konuşmasının iptal ettirildiğini, sonra yüzlerce bağnazın Şeytan Aziz diye bağırarak Madımak'a doğru ilerleyişini, ve o sırada hiç birine müdahale edemeyişlerinden bahsediyor. Bir yandan olaylar gözünün önüne geliyor belli ki, soğukkanlı konuşuyor. Fakat daha sonra otele gittiklerinde karşılaştığı manzarayı anlatırken hem öfkeleniyor, hem de duygusallaşıyor. "İnsanlar yanarak ya da boğularak ölmediler" diyor. Patlayan silah seslerini, aydınların gözü önünde nasıl vurulduklarını anlatıyor, gözlerimi B. ağabeyden ayırmadan onu dinliyorum.
...
(Maalesef bu anektodu yazmayı bitiremedim...)
Otostop günlükleri no: yok
Kısacık yazacağım. Şu an Filiz ile arabasına bindiğimiz Mustafa ağabeyin müthiş müzik zevki sayesinde Norah Jones dinliyoruz; bir yanda gün batımı, trafiksiz bir yol, ve istikamet Göcek. Bulutlar şahane görüntüler veriyor. Şarkının güzelliğinden dolayı karnımda resmen kelebekler uçuyor. Söyleyeceklerim bu kadar...
Otostop günlükleri no: 81
"Ben artık yerleştim, ne işim var otostopla?" diye uzunca bir süre düşündüm ve o uzunca süre, hiç bir araç almadı beni. Seda'nın yanına, Ankara'ya gelmiştim, ve şimdi dönüş yolunda Uşak'a uğrayıp babamı göreceğim.
Katman katman bir dünyada yaşıyoruz aslında. Mesela bir yanımla çok iyi biliyorum ki (ve tabii körü körüne inanan herkes gibi 'biliyorum' ki) ruhsal bir yolculuktayız. Bütün o ezoterik ve hatta egzotik kaynaklar bunu anlatıyor ya: Bir rolümüz var, bunu biz seçiyoruz, gelip oynuyoruz ve sonuçta da tekamül ediyoruz (yersen). E ben buna inanıyorum efendim, zira daha aklıselim bi açıklama bulamadım... henüz.
Öte yandan, bu dünyada gerçekleştirdiğimiz her eylemin dünyasal sonuçları da var. Bu da ikinci katman ve tamamen gerçek. Oynadığımız rolü bilmek (ya da bildiğimizi sanmak), bu etkileri değiştirmiyor. Mesela ekolojik olarak doğru olduğuna inandığım şey, ikinci katmanda çok mantıklı bir yere otururken (arabanın yaktığı benzin bize iklim değişikliği olarak dönüyor), ilk katmana indiğimizde herhangi bir anlam ifade etmiyor (arabaların varlığının da, ekolojik yıkımın da, iklim değişikliğinin de bir var olma 'sebebi' var). Zaten makro ölçeğe çıkıp da bilinen evrene bakınca bildiğim her şey manasızlaşıyor. Meditasyon dışında.
Akıl sağlığımı korumak ve hayatıma bir amaç kazandırabilmek için bu iki katman arasında 'işime geldiğince' dans ediyorum sanırım.
Bir buçuk saat oldu. Yüzümü okşayan rüzgârı hissetmeye ve bana durmayan arabalara küfretmemeye çalışıyorum. Umudu kestim. Otobüse bineceğim galiba. Bir an evvel dönmek istiyorum. Derken yepyeni model janti bir araba duruyor: Göbekli, 'kodaman' bi ağbi. Hayatta en çok yargıladığım 'tip' bu olabilir. Fışkıran yargılarımı görmezden geliyorum (kodaman, zengin, fabrikator, yandaş...) Ama 'o' durdu işte, diğerleri değil. Yine de minnet doluyum.
Dikiz aynasından bir dua sallanıyor. Son model bir telefon. Araba temiz. Ve bana çok acayip geliyor bunlar...
- Neden otostop yapıyosun?
- Param yok abi.
- Ne demek param yok?!
Tam sohbete başlıyoruz derken, başlayamıyoruz. Kızdı mı, yadırgadı mı, anlayamıyorum. Kesin inerken para verecek diyorum kendi kendime. Bu sefer yüzsüzlüğüm üzerimde, verirse alacağım ve otobüse bineceğim.
Biraz daha soruyor, babam ne iş yapıyor, ben nasıl geçiniyorum... makul ve kısa cevaplar veriyorum. Bugün hikâye anlatasım yok.
Bu adam da rolünü mü oynuyor acaba? Ne iş yaptığını soruyorum, "su satıyorum" diyor.
Acayip bir dünya bu. Bilmediğim neler neler oluyor başka bi yerlerde. Hepimiz oynuyoruz işte. Tüm acılarla, huzünle ve melankoliyle.
Polatlı'ya gelince otobüs yazıhanelerinin önüne getiriyor beni. Bi tomar para çıkarıyor: "Al yol paran" sonra ekleme yapıyor "bununla da yemek ye, bin şurdan bi' otobüse"
'Gerçekten' teşekkür etmek için gözünün içine bakıyorum, Baran'ın dediği gibi, bir zamanlar bu adam da 8 yaşındaydı. "İsmin ne abi?" diyorum. "Murat" diyor.
"Sağol Murat abi."
Hepimiz oyun arkadaşıyız işte...
Otostop günlükleri no: 102
Bu sefer manyakça bir şey için düştüm yola. Kendimi Jazz'cı Kardeşlerden biri gibi hissediyorum, ağzıma yapıştı o ünlü replik; "We are on a mission from God!"
İstikamet Bursa. İzmir'den çıkıyoruz sabahın köründe O. ile. O. henüz uyanamamış, uykusuzluktan huysuz, tersleyip duruyor beni. "Yahu" diyorum, "çok eğleneceğiz! Bırak şu halleri."
İçimde akan bir şey var. Beni Bursa'ya götüren ve saçma sapan şeyler yapmama sebep olan bir şey bu. Sanki ben değilim bu. (Ne için gittiğimi yazamam, ama hiç de akıllıca olmadığını bilin yeter).
Akıllıca demişken, akıllı uslu yaşayıp da ne bok yediginizi bana izah edebilir mi aranızdan birisi? Eğer sıcak bir bahar sabahında otostopla yola düşüp, -hele bir de kendimi Sherlock Holmes zannederek oyun oynamayacaksam- niye yaşıyorum?
Parmağımızı kaldırdıktan 45 saniye sonra tertemiz güzel bir araç duruyor. İsmini ilerleyen saatlerde öğreneceğimiz Murat abi, bizi Manisa'ya kadar bırakmak üzere alıyor arabasına.
Keyifli bir sohbet başlıyor. Murat abi kimyasal boyalarla alakalı bir ürünü pazarlıyor, fabrikalardaki yol çizgilerini boyuyorlar. Manisa'ya gelince, Vestel fabrikasının dibinde duruyoruz. "Şimdi" diyor, "bir telefon edeceğim fabrikaya. Ya yola birlikte devam ederiz ve sizi Bursa'ya bırakırım, ya da sizi burada indiririm." Meğer İstanbul'a gidiyormuş.
Kurumsal fabrikanın telesekreterini aşana kadar 10 dakika geçiyor. Ben görüşmenin olumsuz olacağını içten içe biliyorum, çünkü kutsal bir yola çıktık. Akışı bedenimde ve kalbimde hissediyorum.
Vestel'in isteksiz satın-alma personeliyle konuşuyorlar. Fabrikaya girmeye gerek kalmıyor. Sonraki ihale seneye kalıyor. Murat abi üzülmüyor; denedik en azından diyor.
Şimdi istikamet Bursa, ben de deniyorum.
...